İslam dünyasının başta gelen sorunları arasında sayılan cehalet, bütün dönemler için ilmin yokluğu sorunu değildir. Aksine Abbâsî günlerinden itibaren ilmin çoğalıp derinleşerek halktan uzaklaşması sorunudur.

İslam’da ilim, pratiğe, tatbikata yansıdığı kadar kıymetlidir. Uygulamada karşılığı olmayan ilim, bizde hep sorunlu bulunmuştur. İlim ve uygulama arasındaki ilişkide ise en önemli hususlar; ilmin Müslümanı şuurlandırması, İslam’ı yaşayacak bilgilerle donatması, gayrimüslimlerin önünde İslam’la ilgili somut ve soyut engelleri kaldırmaya hizmet etmesidir.

Mü’min, ilimden istifade edebiliyorsa ve gayrimüslim ilim sayesinde İslam’a ulaşabiliyorsa ilim, işlevini yerine getirmiştir; aksi hâlde yerine getirmemiştir. O durumda ilim, ya bir çıkar karşılığı gerçekleştirilen bir etkinliktir, bir geçim kaynağıdır, bir maaş edinme yoludur ya da zihinsel bir tatmin, zihinle ilişkili bir zevktir.

İlim, bir geçim aracına dönüştüğünde bürokratikleşir, zamanla halktan tamamen uzaklaşır. Salt zihinsel bir zevke dönüştüğünde de ilim, zamanla o zevkten anlayan zümrenin bir küçük daire faaliyeti hâline gelir.

İslam dünyası Abbâsî günlerinden itibaren her iki sorunu da yaşamıştır. Bağdat gibi şehirlerde bütün dünyanın gıpta ettiği ilmî kurumlar oluşmuş, büyük ilmî faaliyetler gerçekleşmiş. On binlerce kişinin katıldığı kitap çoğaltma faaliyeti gibi insanlık tarihinde benzersiz büyük görünümlere şahitlik edilmiştir.

Lâkin Bağdat’ın yanı başında hatta Bağdat’ın semtlerinde halkın çok geniş bir kesimi bu ilim deryalarından hiç nasiplenmemiştir. Çünkü halkla ilim deryası arasında gerekli kanallar inşa edilmemiştir. Halkla ilmin arasına, anlaşılır olmama, uygulamada karşılığı olmama gibi setler bulunmuş; bu manevi setler, maddi setlerden daha katı bir şekilde halkla alimler arasına girmiş; İslam’ın toplumsal yapısının özüne aykırı olduğu hâlde avam ve havas gibi keskin bir sınıflaşmaya yol açmıştır.

Halk, bilgi ve bilinç düzeyi ne olursa olsun, kendisini nizam içinde tarif etmesini, işlerinin görülmesini ve kendisi için meşruiyete giden kapıların açılmasını sağlayacak bir bilgilenme yoluna gider. Bunu normal yollarla sağlayamadığında muhalif bilgi kaynaklarına ilgi duyar.

Abbâsî günlerinden modern Batı günlerine kadar İslam dünyasında ilim ile halk arasındaki engellerden, çeşitli bidat yapıları istifade etmiştir. Alimin ulaşmadığı Bedevî, Türkmen ve Ekrâd’a elinde defiyle bir inanışa veya şahsi çıkarına hizmet eden tipler ulaşmış.

Halk alimi anlamayınca elinde defiyle kimi zaman “ilahi” okuyan, kimi zaman “menkıbe” anlatan ama çoğu zaman hak ile batılı karıştıran o çoğu gezgin ve “kimliksiz” kişileri dinlemiş, zamanla onlardan edindikleri ile kendisi için özerk bir inanç atmosferi oluşturmuştur. Neticede İslam dünyasında şehirlerle kırsal alanlar arasında bugünden bakıldığında çok dehşet verici inanış duvarları örülmüş ve bu inanış duvarları, İslam’ı savunmasız bırakacak boyutlara ulaşmıştır. Zira şehirli, uç temeddün yüzünden askeri yanını yitirmiş, kırsaldaki Bedevî ise inanış olarak farklılaştığından İslam’ın savunulmasına mücahit olarak katılmak istememiştir.

Kürt medreseleri, İslam dünyasında bu açıdan müstesna bir yere sahiptir. Hemen hemen her noktaya ulaşarak şehirle kırsal alan arasında inançsal bir farklılaşmayı tamamen engellemişlerdir. Zira medresede icazetini alan, herhangi bir kırsal alan mevkiine giderek halk için hocalık yapmış, halkla sahih İslam kaynakları arasında köprü oluşturmuştur.

Ne var ki medrese alimlerimiz de ilimde derinleştikçe vaizlik yönlerini yitirirlerdi. Bunun için alim, bulunduğu sahada halkı kısmen ayakta tutsa da zamanla ya dervişlerin kaynakları ile vaaz etmek ya da vaazdan tamamen el etek çekmek durumunda kalırdı. Mevlânâ Halid-i Bağdadî’nin getirdiği bütünleşme hareketi bile bu sorunu tam olarak izale edememiştir.

Asıl sorun ise Batılılaşmada ortaya çıkmıştır. Zira Batılılaşma, yeni ve örgütlü bilgi kaynakları getirmiştir. İlim çevrelerimiz, bu yeni bilgi kaynaklarından habersizdiler. Öte yandan evveliyatında propaganda, nihayetinde “halkla iletişim/kamu diplomasisi” gibi faaliyetler bağlamında bilgiyi yayan Batıcı çevreler karşısında, bireysel veya dar çevre içinde kalan İslâmî ilim hizmetleri, güç dengesizliği yüzünden pek çok noktada aciz kalmıştır.

Günümüzün vaaz ve irşad hizmetleri, bu arka planı bütün İslam alemi bağlamında dikkate almak durumundadır.

MODERN DÜNYADA VAAZ

Toplumun Batılı bilginin hücumuna uğradığı ilk dönemlerde vaizlerimiz tepkisel hareket etmişlerdir. “Ecnebîler, mel’unlar, Garplı şeytanlar, Ehl-i Sâlib” gibi lafızlar etrafında halkla Batılı bilgi kaynakları arasında bir duvar örmeye çalışmışlar, bir savunma hattı inşa etmişlerdir. Bu savunma hattı bir noktaya kadar iş de görmüştür. Lâkin örgütlü ve bir hedef doğrultusunda hareket eden Batılı bilgi karşısında, İslam dünyasının bu bireysel ve dar çevre tepkisi, özellikle Batılılaşmayla doğrudan muhatap olan kesimlerde yeteri kadar iş görmemiş ve o çevrelerin gün geçtikçe karşı tarafta saf tutmalarına yol açmıştır. Bugün hâlâ bu noktanın aşıldığı söylenemez.

Cumhuriyet Dönemi’nin ilk çeyrek yüzyılında İslâmî tepki, şiddetli bir baskıyla susturulmuş; Batılı bilgi kaynaklarına sahada kalecisiz oyun imkânı verilmiş. Batı’nın bilgi kaynakları, İslam’ın kalecisiz kalesine diledikleri gibi, istihza ederek gol atmışlardır. Daha doğrusu sahada sadece Batılı bilgi kaynaklarının oyuncuları bulunmuş, onlar kendi aralarında koşuşturarak keyiflerince kaleye gol atmışlar ve sözde hakemler fütursuzca Batılı bilgi galibiyeti ilanında bulunmuşlardır.

Cumhuriyet Dönemi’nin ikinci çeyreğinde ise vaaz izni peyderpey çıkmış ama kürsüdeki vaiz, cami cemaatini resmi bakış açısı doğrultusunda törpüleme, sindirme ve Batılılaşmaya dolaylı olarak ikna etme yönünde nutuklar atabilmiştir.

İslam’ı anlatmak üzere kürsüye çıkan vaiz, sürekli itaat çağrısında bulunurken cami cemaatini aşağılama, cemaate hakaret etme, cemaati çağı anlamamakla itham etme gibi tutumlardan kaçınmamış, aksine bu tutumları cüret bağlamında değerlendirebilmiştir.

Bunun aksine olan ise ancak vaizin anlaşılmaz bir dille, yuvarlak ifadelerle İslam’ın büyüklüğünü soyutça anlatması olmuştur. Neticede kendisi tatmin olmuş, cemaat güzel bir konuşma dinlemiş ama sahada bunun müspet bir karşılığı görülmemiştir. Çok hazin bir hâl olarak bu tür vaizler, halkı bozmadıkları için mutlu olmuşlardır. 

Her iki vaiz tutumuna karşı farklı iki vaizlik de gelişmiştir: Çağın ihtiyaçları noktasında hiçbir tetkike tabi tutulmayan geleneksel vaizlik ve çizgi dışı vaizlik.

Geleneksel vaizliği, Batılı eğitimden geçmiş biri olarak dinlediğinizde ne yazık ki dinledikçe dinden çıkma tehlikesini yaşama gibi bir sorun yaşayabiliyordunuz. Bunun için okumuş dindarların çoğu, kendilerini bu vaazdan uzak tutuyorlardı. Birkaç yıl önce Diyarbakır’da böyle bir hutbe dinlemiş ve neredeyse camiyi terk etmiştim. “Bu şehirde gençlerin Marksist olması için böyle hocaların varlığı yeter!” demiştim. Zira örgütlü, coşkulu ve kendi mantığı içinde tutarlı bir Marksist anlatım karşısında böyle berbat bir sözde İslam anlatımı, halkı değnekle Marksizmin tarafına sürüklemekten başka bir şey değildi.

Merhum Timurtaş Hoca gibi çizgi dışı vaizlerin ise alanı geçmiş dönemde baskılar, eziyetler, engellemeler yüzünden çok sınırlı kaldı. Buna rağmen bugün dindar kitlelerin varlığında onun gibi dava ehli vaizlerin cehdlerinin büyük payı vardır.

GÜNÜMÜZ GERÇEKLİĞİNDE VAAZ

Bugünün dünyasında artan iletişim imkânları ile bilgi düzeyi yükseldiği gibi, Türkiye’de okullaşma ve üniversiteleşme oranları da çok yükseldi. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de artık bir bilgi toplumu söz konusudur. Dolayısıyla kürsüdeki vaiz düne göre farklı bir toplumla yüz yüzedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı son yıllarda vaaz konusunda kayda değer çalışmalar yaptı, önemli sempozyumlar düzenledi; vaizlerin de eğitim düzeyi genel olarak yükseldi. Vaizler, artık alanlarında ihtisas sahibi kişilerden oluşuyorlar. Ne var ki salt dini ilimlerde ihtisas sahibi olmak, vaazın işlevselliğini sağlayacak noktayı yakalaması anlamına gelmiyor.

Zira ihtisas sahibi olmak, vaazın dilinde ayrışmaya, durağanlığa, toplumdan uzaklaşmaya ve heyecan azlığı sorununa yol açabiliyor. Başka bir açıdan ihtisas, bir yoğunlaşmadır ve bir alanda yoğunlaşmak ise kişinin onun ilgisini azaltabilir, çevrenin de ondan uzaklaşmasına yol açabilir.

Bugünün vaaz dilinde her iki sorun da söz konusudur. Sıradan insan ile vaiz arasına bir ilim duvarı girdi girecek. Alim olan vaiz, bizim yöremizdeki medrese alimi misalinde olduğu gibi sıradan halka hitap edememe sorunuyla yüz yüze. Vaizler aynı zamanda ilmî ağırlıktan dolayı bir heyecan sorunu da yaşıyorlar, vaazların gittikçe yarı bürokratik yarı ilmi bir dile büründüğü görülüyor. Bundan dolayı halk, kürsüde aradığı heyecanı bulamıyor ve vaazdan yeteri kadar istifade edemiyor.

Vaizlerin kendi alanlarında ihtisas yapıp uzmanlaşmaları, onların üniversiteli sayısının arttığı bir dünyaya seslenmelerini sağlamıyor. Zira her ilmin bir dili vardır ve vaizin ihtisas dili, sair üniversite mezunlarına hitap etmeyebiliyor.

Günümüzün vaaz dilinin en önemli sorunu ise hâlâ vaazların önemli bir kısmının elli yıl öncesi cami cemaatine seslenmesidir. Kimi zaman kınayan kimi zaman cami cemaatinin günlük zihinsel sorunlarına hitap etmeyen bir dil. Caminin dışına ise neredeyse hiç hitap etmeyen bir söyleyiş…

Akdeniz, Ege sahillerinde, Trakya’da, Ankara Çayyolu’nda İstanbul Kadıköy’de yaşayan üst tahsilli ve tamı tamına laik toplum kesimi için vaiz ne konuşmalı? Bu soruya cevap olarak içler acısı bir boşluk vardır. Toplumun bu kesimi, 1980 sonrasında çok yönlü faaliyetlerle biraz olsun yumuşadı ama bugün tekrar bir uzaklaşma sorunu yaşıyor ve vaaz dili, onları bu uzaklaşma inadından vazgeçirme konusunda yetersiz kalıyor.

Vaazın özü ve ana gayesi sabittir ama sunum biçimi ve yerel hedefleri birbirinden farklılık arz etmelidir.

Bu doğrultuda,

-Diyanet İşleri Başkanlığı ve üniversiteler, vaazın sunumuna daha çok yoğunlaşmalı.

-Diyanet İşleri Başkanlığı ile üniversitelerin din sosyolojisi bölümleri arasında daha çok iş birliği yapılmalı.

-Vaizler, tayin edildikleri bölgenin sosyolojisi hakkında daha çok eğitilmeli.

-Yörelerin eğitim durumu ve gereksinimlerine uygun bir vaaz içeriği ve dili geliştirilmelidir.

-Vaizlerin önemli bir kısmı cami kürsüsünün yanında saha vaizi olarak yetişmelidir. Bununla kast edilen Batı taklit edilerek geliştirilmiş hastaneler için manevi danışmanlık ve cezaevi vaizliği değildir.

 Vaizler, günümüzde iletişim imkânlarının arttığı ortamlarda bizzat o imkânları kullanarak İstiklal Caddesi’nde gününü içki ve eğlencede geçiren gence seslenmeleri gerektiği Hacettepe, ODTÜ üniversiteleri asistan ve hocalarına da ulaşabilmeli ve seslenebilmelidirler. Caminin minaresine dahi tahammül etmeyen Ankara Batıkent ya da İstanbul Şişli’deki yaşlılar da vaazın ulaşmayı hedeflediği kesimler arasında yer almalıdır.

Bunun yanında üniversitelerin sosyal alan dersleri, bize aitlik açısından daha köklü bir içerik değişimine tabi tutulmalıdır. Böylece okumuş yeni kitleler, bilgi düzeyleri artarken de vaazı anlayacak bir evren içinde kalmalıdır.

Aksi hâlde vaiz sayısının artırılması ve vaiz eğitimine yapılan yatırım, beklenen karşılığı vermeyecek ve İslam’dan uzaklaşan kitlelerin vebali, bu yatırımları yeteri kadar değerlendirmeyen kurumların boynunda kalacaktır.