Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile israil arasında yapılan anlaşma, dün Beyaz Saray’da şaşaalı bir törenle imzalandı. Anlaşmaya ilan edildiği üzere üçüncü bir ülke olarak Bahreyn de katıldı.

Körfez Emirliklerinin internet üzerinden Türkçe de yayın yapan gazetelerinden Şarkü’l-Avsat’ın başyazarına göre, anlaşma Arapların bugüne kadar yaptıkları sair anlaşmalardandır. Enver Sedat’ın imzaladığı Camp David; Yaser Arafat’ın imzaladığı Oslo Anlaşması aynı nitelikte sayılır. İçeride İhvan’ın, dışarıda Türkiye ve İran’ın faaliyetlerine karşı Körfez Emirliklerinin dünya güçlerinden teminat almaya dönük bir ittifak anlaşmasıdır.

Arap dünyasının sesi duyulan gazetecilerinden Abdülbari Atwan’a göre ise bu bir barış anlaşması değil, Filistin ve Arap dünyasının bağrına saplanan zehirli bir hançerdir.

Konudan doğrudan etkilenecek olan Filistinliler içinse anlaşma, 15 Eylül yas günü olarak ilan edilecek kadar acı vericidir.

Bu yaklaşımlar arasında, ABD himayesinde yapılan BAE-israil anlaşması ne ifade ediyor? Arka planında ne var? Analizimizde bu sorulara cevap bulmaya çalışacağız.

ANLAŞMALARDAN BİR ANLAŞMA DEĞİL

BAE ile israil arasında yapılan anlaşma, Şarku’l Avsat başyazarının iddia ettiğinin aksine Arapların bugüne kadar İsrail’le yaptıkları anlaşmalardan bir anlaşma değildir. Zira daha önce Mısır, Ürdün ve Filistin bağlamında israil’le yapılan anlaşmalar, farklı nedenlere dayanıyordu.

Mısır ve Ürdün, israil karşısında askeri olarak yenildiler ve ABD’nin de baskısıyla yenilgilerini kabullenerek israil’le mücadeleden çekildiler.

Filistin adına Yaser Arafat’ın yaptığı Oslo Anlaşması ise Filistin İslami Direniş Hareketi HAMAS’ın başarılarına karşı israil’in yenilgiyi kabul etmesi, HAMAS’ın mücadeleyi sürdürme azmine karşı Filistin Kurtuluşu FKÖ ile ateşkes yapması; Gazze’yi mücadelede yalnız bırakmasıdır.

Her iki anlaşma da Araplar tarafından kutsallaştırılmadı, Arapların bir zaferi olarak yansıtılmadı. Aksine Mısır askeri yönetiminin imzaladığı Camp David Anlaşması, bütün İslam dünyası gibi Araplar tarafından da kınandı, anlaşmayı Mısır adına imzalayan Enver Sedat lanetlendi, nihayetinde öldürüldü ve Araplar onun yasını tutmayı bile reddettiler.

Oysa BAE’in ABD himayesinde israil’le imzaladığı anlaşma, askeri bir yenilginin sonucu vücut bulmadı. Körfez Emirlikleri, israil’le herhangi bir savaşa girmeden onunla oturup anlaşma imzalıyorlar. Anlaşma Filistin’e bir şey getirmiyor; BAE’ye de bir güç katmıyor. Sözde Körfez Emirliklerine yönelecek İslam dünyası kaynaklı tehditleri bertaraf ediyor. Daha doğrusu Körfez Emirlikleri, İslam dünyasından kendilerine yönelmiş tehditler karşısında bu anlaşma ile ABD’den sığınma hakkı elde ettiklerini öne sürüyorlar, israil’in zulmüne müttefik olurken kendilerini sığınmacı mazlum olarak tarif ediyorlar.  

Anlaşma adına ortada bir garabet var. Ama söz konusu milliyetçilik olunca her mızrak çuvala sığdırılabiliyor. Özellikle İslam dünyasında milliyetçilik, adeta düşmanın Müslümanların bağrına sapladığı mızrağın çuvala sığdırılması için kullanılmış, düşman mızraklarının bir tür her devirde iş gören kılıfı olmuştur.

ANLAŞMANIN MİLLİYETÇİLİK ARKA PLANI

Milliyetçilik, Müslüman düşünürlerin ve İslamî hareketlerin buldukları çözümlere, geliştirdikleri birlik, kalkınma ve adalet projelerine karşı uluslararası sistemin Müslümanların arasına saldığı bir zehirdir. İslam dünyasının hiçbir milliyetçiliği bundan beri değildir. Dünyanın her yerinde bütün sıradan milliyetçiler, fedakâr ve cefakâr insanlardır. İslam dünyasında da sıradan milliyetçiler hep öyledir. Ama milliyetçiliğin önderleri, organizatörleri o derece doğrudan veya zihnen ya da hem doğrudan hem zihnen dışarıya bağlıdırlar. Bu yapılar, milliyetçiliğe umut bağlayan zavallı Müslüman kitleleri, yaklaşık yüz otuz yıldır aralıksız aldatıyorlar, sürekli Batı ile uzlaşı ve Batı’ya bağımlılık projeleri geliştirerek İslamî projelere darbe vuruyorlar, İslam dünyasının sorunlarının çözümünü ve kurtuluşunu geciktiriyorlar.

17 Eylül 1978’de Mısır askeri yönetimi ile israil arasında imzalanan Camp David Anlaşması’nın aksine, onun 42. yıldönümünde BAE ve israil arasında imzalanan anlaşma BAE müttefiklerince kutsanıyor. Arap ve Yahudilerin ortak soyuna vurguyla “İbrahimî Mutabakat” denerek en üst perdeden ırkçı bir söylemle milliyetçiliğin, dışarı ve içeriye karşı bulduğu bir çıkış yolu olarak gösteriliyor.

BAE Veliadı Bin Zayed ve çevresi; İslam kardeşliğine karşı Arap ve Yahudilerin ortak soyunu sürekli gündemde tutuyor. Bu ortak soy üzerinden yeni bir milliyetçilik anlayışı oluşturarak Araplarla sair Müslüman toplumlar arasında ve o toplumlarla birliği savunan Müslüman Araplar arasında sürekli perde örüyor.

Nitekim, Şarku’l Avsat’ın başyazarı, anlaşmayı Filistin’den öte; İslam dünyasından kendilerine yönelen “tehditler” karşısında Körfez Emirlilerinin çaresizliğiyle açıklamakta, anlaşmayı uluslararası sistemin Araplara verdiği bir varlık teminatı olarak tanıtmaktadır. Dolayısıyla anlaşmayı imzalayarak bu teminatı alan Körfez Emirliklerini bir tür zafer elde etmiş gibi takdir etmektedir.

 Söz konusu yazar, adını vermediği bir Arap aktör üzerinden anlaşmayı üç gerekçeye dayandırıyor:

“Birincisi, bölgeye yönelen nüfuzu ve bunun sonucunda Tahran’ın Bağdat, Şam, Beyrut ve son olarak Sana’da karar mekanizmasını ele geçirme başarısıdır. İran rejimi bölgeye yönelik bu saldırısını daha da ileri götürerek Husilere bir cephane sundu. Füzelerini ve insansız hava araçlarını Suudi Arabistanlı ekonomik ve sivil hedeflere karşı kullanmaktan, nakliye ve enerji rotalarını tehdit etmekten çekinmedi. İkincisi, sözde Arap Baharı, Suriye’deki müdahaleler, İhvan’ın (Müslüman Kardeşler) öne çıkma ve karar alma merkezlerini ele geçirme girişimleri, DEAŞ’ın ortaya çıkışı ve yaptıklarıdır. Üçüncü hadise, Recep Tayyip Erdoğan’ın politikalarının ve geçmişe olan özlemini gösteren uygulamalarının ortaya çıkmasıdır. Böylelikle Arap coğrafyası, birden fazla bölgesel program tarafından tehdit edilir hale geldi. ABD ile sağlam ilişkileri, bunlara karşı en iyi teminat gibiydi.”

Bu yaklaşımla BAE-israil anlaşması, hiç kuşkusuz Arap milliyetçiliğinden bağımsız değildir hatta Arap milliyetçiliğinin tabii bir yansımasıdır. Ama çıkış yolu mudur? İflas mıdır? Asıl ona bakmak gerekir.

SEKÜLER MİLLİYETÇİLİĞİN GÖTÜRDÜĞÜ YER

Arap milliyetçiliği; “düz”, “eksik” veya “çarpıtılmış” tarihsel anlatımlarda hep Fransız İhtilali sonrası milliyetçilikle anlatıldı. Oysa Arap milliyetçiliği seküler/laik ve mezhepsel olmak üzere iki ana dalga hâlinde vücut bulmuştur.  

Seküler/laik Arap milliyetçiliği, hiç kuşkusuz dışarıda Fransız İhtilali’nin argümanları ile içeride İttihat ve Terakki’nin doğrudan ve dolayı etkileriyle vücut buldu. 1950’li yıllardan sonra ise Cemal Abdünnasır’ın liderliğinde sosyalist bir içeriğe kavuşturuldu; ulusalcı sosyalist bir kimliğe büründü. O kimlikle Filistin sorununa el koydu, sadece sosyalist ve Pan-Arabist yönetimlerin Filistin’i kurtarabileceğini öne sürdü.  Filistin meselesini İslamî kesimlerin elinden aldı. Bununla da yetinmedi; Arapların sorunlarını uluslararası sistemle işbirliği içinde çözme iddiasıyla Arap dünyasındaki İslamî hareketleri bastırma taşeronluğu üstlendi. İslamî hareketlere olmadık işkenceler yaptı. İçeride hiçbir kalkınma projesinde başarılı olmadı. El koyduğu Filistin mücadelesini ise Camp David’de ABD’nin himayesinde israil’in önünde diz çökerek bitirdi. Ama o anlaşma ile birlikte can çekişmeye başladı; arkasından BAAS rejimi ve diğer kirli bakiyeleri bırakarak tarih sahnesinden büyük ölçüde çekildi.

Onun başarısızlığına karşı Arap-İslam dünyasında İslamî hareketler güç kazandı. Filistin sorununun çözümünü yeniden üstlendi. 1987’deki İntifada’dan sonra israil’e diz çöktürdü. Buna rağmen mücadelesinden vazgeçmedi, 2011’de Mısır’da tarihi bir zafer kazandı. O zafer 2014’te askeri darbe ile bastırıldı, zaferin önderleri zindanlarda katledildi. Yine de uluslararası güçlerin Arap-İslam dünyasında İslamî hareketlerden duydukları korku son bulmadı.

Bugün seküler Arap milliyetçiliğinin bıraktığı boşluk, mezhepsel Arap milliyetçiliği ile dolduruluyor.

MEZHEPSEL ARAP MİLLİYETÇİLİĞİNİN GÖTÜRDÜĞÜ YER

Mezhepsel Arap milliyetçiliği; milliyetçilerin emellerinden beri olan Hanbeli mezhebinin yaygın olduğu Arap nüfusu arasında Vehhabilik üzerinden ortaya çıktı. Zamanla Necd vahalarının ve Körfez kıyılarının en yaygın mezhebi hâline gelen Vehhabilik, argümanları ile Arap milliyetçiliğine Osmanlı’yı ret imkânı verdi. Onların bu yöndeki retlerine inançsal bir anlam kazandırdı, Müslüman güçlere karşı verdikleri savaşı zihinlerde meşrulaştırma olanağı tanıdı. Aynı güçler, ilerleyen süreçlerde yine mezhepsel argümanlardan yola çıkarak İngilizlerle işbirliğini sadece caiz değil, aynı zamanda elzem gördüler.

İngilizler, bugünkü BAE’yi oluşturan emirlikleri, 19. yüzyılın başında “Arap korsanlar” olarak önce itham ettiler. Sonra 1820’de onlarla bir Umumi Barış Anlaşması imzaladılar. 1853’te yapılan ikinci bir anlaşma ile emirliklerin bulunduğu coğrafyaya “Sulh Kıyısı” adı verildi. Sulh Kıyısı, görünüşte bugünkü BAE’yi kapsasa da gerçekte Vehhabi sahanın tümünü kapsıyordu.

Sulh Kıyısı, 1873 -1947 arasında İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyasınca yönetildi, sonradan İngiliz Dışişleri Bakanlığına bırakıldı. 1971’de İngilizlerin Körfez’den çekilmesiyle emirlikler "Birleşik Arap Emirlikleri" adı altında bir federasyon oluşturdu.

Bu federasyon, 2000’li yılların başından bu yana, ekonomik gücünü de kullanarak ve Siyonistlerle yüzde yüz uyum içinde Arap dünyasına adeta el koyuyor. Federasyonun veliahdı Muhammed b. Zayed, Suudi Arabistan’ın Rabıta aracılığıyla Arap İslam dünyasında ulaştığı Vehhabi Selefi yapılarla kimi seküler/laik Arap milliyetçisi bakiyelerini buluşturuyor ve bunlar üzerinden “bütünleşik bir Arap milliyetçiliği” inşa ediyor. Seküler Arap milliyetçiliğinde olduğu gibi, Arap-İslam dünyasındaki bütün İslam hareketleri, onların yanında Arapların komşusu olarak Türkiye ve İran’ı hedefine koyuyor. Onlara karşı İbrahimî ortak soy iddiasıyla Yahudiler, israil ve uluslararası sistemle işbirliğini öneriyor.   

Bin Zayed, İran’la bağlantılı Şiî hareketleri düşmanlaştırma konusunda bir sıkıntı yaşamadı. Onu asıl bunaltan İhvan-ı Müslimin Hareketi oldu. Ama 2014’teki Mısır darbesi, onu bu yönde rahatlattı. İhvan liderlerinin Türkiye’ye sığınması üzerinden Türkiye’yi de kolaylıkla hedefine koydu. Seküler/laik Arap milliyetçilerle aynı çizgide buluşarak Türkiye bağlamında Osmanlı asırlarına dönük bir nefret söylemi geliştirdi.

Bin Zayed, Arap milliyetçilerinin kadim, “Arap milliyetçiliği, Büyük Okyanus’tan Körfez’e kadar sınır tanımadan, dili, kültür, tarihi, coğrafyası ve çıkarları ile Arap kavminin birliğine imandır” ilkesini yeniden yorumlayarak elindeki ekonomik imkânlarla Arap gençlerine ulaştırıyor. Onların tabiri caizse başını döndürüyor, götürdüğü yeri görmelerini engelliyor. Ki bu esasen, bütün milliyetçi akımların oyunudur.

Bu yeni tarz Arap milliyetçiliğinin Arapları toplayıp götürdüğü yer ise bir kez daha ABD’nin himayesinde İsrail’in önünde diz çökmektir.

BAE-İsrail anlaşması, Arap ülkelerini hiçbir şey getirmiyor; Atwan’ın ve hatta Şarku’l Avsat’ın başyazarının da ifadesiyle Emirliklerin israil’le anlaşma karşısında onlara, sözde Türkiye-İran ve İhvan karşısında himaye vaat ediyor. Anlaşma, bu hâliyle seküler/laik Arap milliyetçisi Enver Sedat’ın 42 yıl önce yaptığı anlaşmadan bile kötü. Dolayısıyla bu anlaşmanın yeni tarz Arap milliyetçiliğine getireceği de daha kötü bir iflastan başka bir şey değildir. Kudüs davasına ihanet eden hiçbir Müslüman güç iflah olmamıştır, ütopik milliyetçi yaklaşımlar da halklarına hep yıkım getirmişlerdir.

Körfez Emirliklerinin seküler/laik Arap milliyetçilerine göre tek avantajı ekonomik güçleridir.

Buna karşı,

Arap-İslam dünyasındaki İslamî hareketlere düşen, milliyetçi sentezlere yönelmeleri değildir. İslam’ın tertemiz özü üzerinden sağlam kalkınma projeleri geliştirmeleri, halklarının önüne somut karşılığı olan hedeflerle çıkmalarıdır.

Dışarı için ise olması gereken Körfez’e kavmi adlar bulmak veya geçmişin adaletine yönelik romantik söylemler geliştirmek, Arap milliyetçiliğine karşı başka milliyetçiliklerle çıkmak değildir. Çevredeki Müslüman ülkelerin Arap halkı için tehdit oluşturmadığını sarih bir şekilde ortaya koyarak BAE ve diğerlerinin ABD ve israil’e sığınma gerekçelerini çürütmektir.

Milliyetçi yönetimler yapıları gereği gerçekçi değildir, müstebittir, dayatmacıdır. İslam dünyasında milliyetçiliğe karşı milliyetçilik, ateşin üzerine körükle gitmektir, ateşe benzin dökmektir. Herhangi bir milliyetçiliğin yıkıcılığına karşı çözüm, güzel sözleri aşan, elle tutulur karşılığı olan, Kur’an ve Sünnet’in tarif ettiği İslam kardeşliğidir.

Bizzat bizim ellerimizle harlanan ateşten kurtulmanın bundan başka yolu yoktur.