Geçen hafta ismi anılmaz bir yazar, Batman’la ilgili menfur bir olaydan bütün şehirle ilgili olumsuz bir yargıda bulunma nefreti gösterdi.

Solcu Yazar, İslamî kesimden tepki alırken “Kürt Solu” denen “uydu” çevrelerden ses çıkmadı. Bir satırla bile olsun yazarı kınama cüretinde bulunmadılar. Muhtemelen sürüklendikleri kompleks içinde “Kadın haklı değil mi?” dediler.  

Asıl mesleği tiyatroculuk olan söz konusu yazar, argümanlarını sıralarken “Batman, kadın intiharlarının en çok olduğu kenttir.” diye yazmıştı. Sonraki özür metninde de bu bilginin resmi kayıtlara dayandığını öne sürüyordu. Doğru değil. Bölge’de Sol’un bütün can damarlarını tıkadığı Tunceli dışında intihar oranları tepede olan herhangi bir il yok. Bölge’de intiharların yüksek olduğu iddiası, Bölge’ye yönelik üretilen olumsuz algı için kullanılan masaüstü, sahte bir bilgi.  

SDAM olarak 2018’de yayımladığımız “Nedenleri, Çeşitleri ve Çözüm Önerileri ile İntihar Olgusu” raporu, bu gerçeği bütün açıklığıyla gözler önüne seriyor. Dolayısıyla yazar, daha önce üretilmiş bir algıyı güncelleştirerek Batman ve Bölge ile ilgili o olumsuz algıya süreklilik kazandırma aleti vasfında kalıyor.   

Bu “süreklilik” çabasının altında ne var? Bu çabanın kökleri nereye dayanıyor? Analizimizde bu konuyu ele alacağız.

ŞARKİYATÇILIĞIN “ŞARKÇI”LIĞA UYARLANMASI

Bilindiği üzere, Batılıların “Oryantalizm” dedikleri Şarkiyatçılık, İslam dünyasına tepeden bakma, İslam dünyasını ötekileştirme, dışlama, aşağılama çabasını ifade eder. Şarkiyatçı, İslam dünyasını aşağılayarak Batı’yı yüceltme derdindedir.

Bu yaklaşım, 20. yüzyılın başlarında “Şark Vilayetleri”ne uyarlandı. Ama bu uyarlanmanın kökleri ta Tanzimat günlerinin Fransız İhtilali aklına maksur ilk Osmanlı laiklerine dayanıyor. O dönemde yöreye gönderilen Batı eğitimli ve çoğu Mason yöneticiler, Bölge’yi Osmanlı denkleminin dışına çıkarmak için ilk olumsuz yargıyı ürettiler. Şuursuzdular, yaptıklarının Osmanlı’yı parçalamak isteyen emperyalistlere yaradığının farkında değildiler.

Lütfen bakın 1836’da Bölge’ye görevlendirilen bu nitelikteki kişilerden Reşit Paşa, Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi’nde yer alan raporunda ne diyor?

“Cizre yöresi Kürtleri geçen sene gördüğümüz Kürtlere (Yezidîleri kast ediyor) benzemeyip meğer bunlar onlardan birkaç kat fena bir milletmiş. …Şöyle ki buralarda “seyyid” ve “şeyh” diye tabir edilen birtakım fesatçılar olup daima dağlarda gezip tümüyle beyaz elbise giyerek her nereye gitseler bazıları “Ca-i bı Şeyhna(şeyhimiz geldi)” bazıları da “Şeyh-i ma hat(şeyhimiz geldi)” diyerek kadın ve erkek ellerini öpüp eteklerine sarılıyorlar. Bunlar kendi kabilelerine her ne söyleseler, “Yani filan ile muharebe ediniz ve filan ile barışınız” dedikleri anda öylece hareket ediyorlar. Faraza iki aşiret birbirleriyle savaşmaya başlayıp iki taraftan tüfekler kullanılıyor iken bu şeyhlerin biri aralarına girdiğinde derhal tüfek kesilip yerli yerine giriyorlar. Özetle, bunların hâlleri hiçbir millette görülmemiştir.”

Sanki bir Osmanlı Paşası değil de bir Fransız generali! Toplumsal gerçeğe hem yabancı hem o gerçeği saptırıyor! Raporu sunduğu idarenin zihninde kasıtla olumsuz bir yabancılaştırma, esrarengizleştirme, takip merakı oluşturma eğilimi üretiyor. Ne yazık ki büyük Osmanlı’yı bu tür kişiler “bölüp” yıkım sürecine sürüklediler.

Meşrutiyet günlerinde Vilayet-i Şarkiye (Şark Vilayetleri) kavramı yerleşirken İttihat ve Terakki günlerinde olumsuz yaklaşım bir yargıya doğru yol aldı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarına gelince Mustafa Kemal’de kökleşmiş bir “Şark/Doğu” karşıtlığı görünmemektedir. Mustafa Kemal, bütün ülkenin olduğu gibi Kürtlerin de İslamî kesimlerine karşı bilinen tutumu içinde iken laik kesimleri ile sıkı bir dostluk kurdu. Bizzat kendisi Bedirhanlardan Hüseyin Vasıf’ı Milli Eğitim Bakan’ı tayin etti ve onun üzerinden “Aileniz çınar gibidir!” diyerek Bedirhanların bir kısmına Çınar soyadını verdi. Bedirhan’ın torunlarından Cemal Kutay’ı da genç bir gazeteci olarak hep yakınında tuttu.   

Mustafa Kemal, Babanzâdelerden Hüseyin Şükrü Baban’ı İstanbul Üniversitesi’nde Ordinaryüs Profesörlüğe yükseltip bu üniversitenin İktisat Fakültesi Dekanlığına getirdi. YÖK’ün olmadığı o günlerde Hüseyin Şükrü Baban, Türkiye yüksek öğretiminin tepe komisyonunun da başkanı konumundaydı.

İstanbul Hukuk’un duayen hocası Ebülʿulâ Mardin’in en önemli temsilcileri olduğu Mardinî ailesi de Cumhuriyet’in ilk yıllarının ayrıcalıklı laik “Şark”lılarındandı. Dolayısıyla Mustafa Kemal, Osmanlı Dönemi’nde “Şark”ın ilim kurumlarındaki ağırlığını, laik olduğu taktirde Cumhuriyet’e aktarmakta bir sakınca (!) bulmamış görünüyor.

Aynı dönemde fikrî hayatın en ön kısmında da Karadeniz’de yerleşik, daha sonra Eyüboğlu soyadını alan Eyyûbîzadelerden Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu kardeşler ve amcazadeleri İsmet Zeki Eyüboğlu vardır.

Köken olarak Malatyalı olup İzmir’de doğan İsmet İnönü’nün de 1960 İhtilali’nden önce Şark nefreti içinde olduğu söylenemez. İnönü’nün de köklü nefreti bütün ülke gibi Bölge’nin dindar önderlerine yönelikti. Bildiğim kadarıyla Musa Anter’in ailesi de dahil, laik ailelerin İnönü ile daima sağlam ilişkileri vardı.

Mustafa Kemal ve İnönü günlerinde “Şarkçılığı” büyük ölçüde Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kadro dergisi çevresi sabit yargılarla donatıp yerleştirdi. Yakup Kadri, Yahudiliğe yakın bir isimdi ve aynı zamana Nev-Yunanî akımına mensuptu. Dolayısıyla topluma sınıfsal bir bakış açısıyla bakıyordu. Yunanî kafa hiyerarşisiyle, başkente en uzak yer olarak “Şark”, onun avanesinin gözünde “en alt yerdi” ve oralarda okulların açılması dahi sakıncalıydı. Yakup Kadri, şedit bir İslam karşıtıydı ve “Şark”a nefreti de oradan geliyordu. Onun üretimleri başka üretimlerle buluşarak, M. Kemal’i da aşan, İnönücülük de denen, aslında hiçbiri de olmayan, sadece dış güçlerin elini temsil eden Halkçı/Ulusalcı bir Sol hasıl etti.

Aynı günlerde Almanya’da yayılan faşizm akımı da Halkçı Cumhuriyetçileri etkiledi ve sanılanın aksine milliyetçi muhafazakârlar değil, ultra Halkçı laikler ırkçılığa saplandılar. Devrin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt o kesimin tipik isimlerindendi. Mahmut Esat, “Türk” kavramını yetersiz görüyor, katışıksız ırkçı bir yaklaşımla, “öz Türkçe” ile aynı mahiyette “öz Türk” kavramını kullanıyor ve “Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” diyordu. Uyarlanmış bir Şarkiyatçı yaklaşımıyla ülke içinde, bir kesimi yüceltmenin yolunu diğer kesimleri aşağılayıp ötekileştirmede buluyordu. Farklı yönden bir “bölücülük” geliştiriyordu.

Devrin milliyetçi muhafazakâr çevreleri, “Şark”ın insanını “Şark Adamı” ifadesiyle, ülkenin hâlâ milli özelliklerini koruyan dindar, cesur, cömert, misafirperver şahsiyetleri olarak takdir ederken Kemal Tahir gibi Solcular, “Kürt hamal” gibi vurgularla Şarkçılığı besliyorlardı. Solcuların “Şark Adamı” ile sorunu hiç kuşkusuz dindarlığıydı ama bu aynı zamanda ırkçı yana da sahipti.  

Adnan Menderes, iktidara geldiğinde “Şark”ın dindar ailelerinin itibarlarını iade etti, hemen hemen her aileden bir kişiyi vekil yaparak Bölge ile sağlam bir bağ da kurdu. Fakat 1960 İhtilali, onun çabalarını tersyüz etti.  

 “ŞARK”IN SOLCULAŞTIRILMASI YA DA “SOYSUZLAŞTIRILMASI”

1960 İhtilali’nden sonra, Mahmut Esat Bozkurt’un ötekileştirme anlayışı ile Kemal Tahir’in aşağılama yaklaşımı sentezlenip “resmi ideoloji”ye dönüştürüldü. Yakın hedef (!) “Şark”ın Demokrat Parti tarzı partiler için oy kaynağı olmaktan çıkarılmasıydı.

Bu dönemde, milliyetçi muhafazakâr kesimin “Şark Adamı”nı takdir eden yaklaşımının aksine Sol edebiyat, artık “Doğu” denen “Şark”ı aşağılamaya devam etti. Aziz Nesin gibi yazarlar, öyküleriyle bu fonksiyonun vidası iken daha sonraki yıllarda “İnek Şaban”, “Bilo”, “Züğürt Ağa” tipleriyle sinema da sürece dahil oldu. Söz konusu tipler üzerinden Doğu, cehaletin yurdu, insanın ve özellikle kadının ezildiği taşra, “gülünç ahmaklar”ın memleketi olarak tanıtıldı.

Ama 1960 İhtilali’nin asıl büyük operasyonu Doğu’nun Solculaştırılıp “asaletinden uzaklaşma” manasında “soysuzlaştırılması”dır. Kürtlerin Solculaştırılması, onların dindarlık, cesaret, misafirperverlik, akrabaya iyilik gibi bütün hasletlerini yok etmeye dönük, dış bağları olan korkunç bir iç operasyondur. Irkçı yönü bulunan bu operasyon, henüz 1980’e gelinmeden kısmen de olsa ne yazık ki hedefine ulaştı. O yıllarda Bülent Ecevit’i eleştiren ismi mahfuz dindar bir yazarın Ecevit’in ne kadar menfi bir kişi olduğunu anlatmak için aslının Kürt olduğunu sözlerine eklemesi vaziyetin vahametini açıklıyordu.

1980 SONRASI: PKK VE TÜKENİŞ

Sol örgüt PKK ile başlayan kanlı süreç ve bunun yol açtığı göçler, “Şark Adamı” diye zihinlere kazınan yiğit, cömert, misafirperver insan tipi algısının sonu oldu. Solculaşma ve göç, yöre insanını bütün hasletlerinden uzaklaştırdı, katl, hırsızlık, soygun gibi suçlarla anılmasına yol açtı.

Üretilmiş Kürt Solu, bu sürecin önemli bir aktörü iken kendisini hep “Kürt insan hakları hamisi” gibi arz eden Türk Solu, tiyatro ve sinema üzerinden bu dönemde Bölge’ye yönelik nefret tohumlarını ekmeye devam etti, Tanzimat’la birlikte üretilen yargıya artık “algı” ayarı veren değirmene su taşıdı.  

Cumhuriyet gazetesi kökenli gazetecilerin bütün Türkiye basınına hükmettiği 28 Şubat döneminde bu nefret ayyuka çıktı ve toplumun bütün kesimlerine şu veya bu boyutta yayıldı.

Turgut Özal döneminde okullaşmanın yaygınlaşmasıyla Bölge’nin gençleri ilk kez yaygın bir şekilde üniversite sınavlarında öne çıktılar. Buna karşı söz konusu dönemde, aslında bütün bölgede üniversite sınavında kopya çekildiği yaygaraları koparıldı.

O günlerde,

-Bölge Ermeniliğe geri dönüyor!

-Kadınlar, mal gibi (başlık parası kast edilerek) satılıyor!

-Tacizin her türü alelade bir vaka!

-Bölgenin toprakları Yahudilere satılıyor!

başlıkları etrafında dehşet verici bir kin ekildi ve ilk kez yaygın bir şekilde milliyetçi muhafazakâr kesimler de propagandanın titizce seçilmiş “Ermeni”, “Yahudi” gibi kotlarından etkilenerek algının etkisi altına girdiler.  

Bugün hâlâ bilinenin aksine Türkiye’de milliyetçi muhafazakârları ulusalcı sosyalistlere göre ırkçılığa uzaktırlar. Bu tür kesimlerin ne edebi üretimlerinde ne de sinema üretiminde asla aşağılanma görülmez. Buna karşılık bizzat benim tetkikimle hâlâ Aziz Nesin zihniyetindeki dizi sektöründe bütün kötü roller, aşağılayıcı ve tiksindirici bir tutumla Bölge insanının isim ve görünümleri üzerinden canlandırılıyor.  

Türkiye, “o bölge, oralar, o memleket” kotlu ayrımcı yaklaşımına; “Nerelisin?” sorusuna verilen “Olsun! Olsun!” günlerine, sözü edilen yargıdan algıya ulaşan yapılaşma süreciyle geldi. Ama hâlâ bu sürecin yine en temiz yüreklileri “Olsun! Olsun!” diyen Anadolu insanıdır. O, hiçbir zaman roman ve öykülere, tiyatro oyunlarına, sinema filmlerine aşağılayıcı kotlar ekleyen Halkçı/Ulusal Sol gibi ırkçı olmadı. Halkçı/Ulusal Sol, Türkiye’de ırkçı ayrımcılığın teorisyeni ve tepe noktasıdır; ırkçılıktan kaynaklı sorunların çoğu, onların teorilerinin sahada vücut bulmasıdır.   

Memleketin insanını, Sol yazar ve çizerlerin ırkçılığına sürüklemek; bu memlekete yapılacak büyük kötülüklerdendir. Bu kötülüğün önüne geçmek hepimizin vazifesi olmalıdır.