“İstanbul Sözleşmesi” ile ilgili duruşlar, ayrıştırıcı ve konum tayin edici bir hâl üzere devam ediyor. Konunun tarafları arasındaki tartışmalar, her geçen gün keskinleşiyor. Bu tartışmalarla birlikte, sözleşmenin içeriği ve geleceğe yansımaları da toplum tarafından öğreniliyor.

Sözleşmenin aile ve toplumsal yaşama yansımaları bilinmesine İslamî geçmişi olan bir kesim, sözleşmeyi hararetle savunuyor. Ama söz konusu kesim, sözleşmenin içeriğinin yanında sözleşme ilgili tutumlarının da açığa çıkmasından rahatsızlık duyuyor. Sözleşmeden ve sözleşmenin taraflarından söz eden herkesi, hırçın bir tutum içinde ihanetle suçluyor. Sözleşme ile ilgili bu tutumun altında ne var ve tutumun sahipleri neden bu kadar öfkeliler?

Analizimizde İstanbul Sözleşmesi ile ilgili bu duruşu merkeze alarak söz konusu kesimin sürüklendiği konumu ele alacağız.

SİYASET TARZLARI İÇİNDE İSLAMCILIK

Yüzyılın başında Rusya göçmeni Yusuf Akçura’nın tezinin aksine, İslamcılık, Osmanlıcılık, Batıcılık ve Türkçülük olmak dört tarz siyaset vardı. Bunlardan, İslamcılık ve Osmanlıcılık iç içe iken Batıcılık ve Türkçülük de bir bütündü.  

Osmanlı çökünce geriye İslamcılık kaldı. Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte ise Batıcılık ve Türkçülük bütünleşti. Türkçülerin önemli bir kısmı, Batıcılığın içinde erirken ancak küçük bir kısmı muhafazakâr bir eğilim içinde milliyetçi-mukaddesatçı bir çizgi bulmaya çalıştı.

“Çağdaş Türkiye”de siyaseti dizayn eden uluslar arası güçler ve yerel karşılıklarının planlarının aksine İslamcılık, kendisine karşı alınan bütün önlemlere rağmen toplumsal bağıyla diğer akımların önüne geçti. Bununla birlikte “İslamcılık”, özellikle son yıllarda muğlak bir kavram görünümüne büründü. Peki nedir İslamcılık?

İslamcılık, Osmanlının son günlerinde aydınlar ve ulema arasında geniş taban bulan İttihad-ı İslam/İslam Birliği fikriyatının yerine genellikle itici bir kavram olarak kullanılmaya başlandı.

İttihad-ı İslam fikriyatının ise esasları bellidir. İttihad-ı İslam fikriyatı içinde yer almak, İslam dünyasının kurtuluşunun; esaslar olarak İslam’da, insan unsuru olarak Müslümanların birliğinde olduğuna inanmayı gerektirir. Başka bir ifadeyle, birinin İttihad-ı İslam fikriyatına sahip olması, her şeyden önce, ülkenin, ümmetin ve insanlığın kurtuluşunun İslam’da olduğuna inanması; buna ulaşmak için de ümmetin bütünlüğünü önemsemesi icap eder. Bu iki kanattan birinden yoksun olan hiç kimse İttihad-ı İslam içinde var sayılmaz.

Bu kapsamda İslamcı vasfına sahip her kişi;

-İslam’ın ahkamına karşı yayılan Batıcılığa, sosyal ve siyasi Batılılaşmaya karşıdır.

-Emperyalizmi sadece kendi ülkesi veya İslam ülkeleri bağlamında değil, bütün dünya bağlamında kesin olarak reddeder.

-İnsanlığın bütün olarak ve özellikle Müslümanların kendi aralarında ırk üzerinden üstünlük bakımından kategorize edilmesine karşı çıkar.

-Dünyanın herhangi bir yerindeki emperyalizm karşıtı hareketleri önemser; İslam dünyasındaki kurtuluş hareketlerinin her birine mensupmuş gibi sahip çıkar.

-Kendi ülkesine veya herhangi bir İslam ülkesine Batılı yönetimler gibi Batılı yasaların da dayatılmasına karşı durur. Bunu engellemek için bedel ödemekten çekinmez.

-Mezhepsizliği teşvik etmemekle birlikte, mezhep taassubunda bulunmaz, mezhebini siyasi görüşünün merkezine oturtmaz.

-Başta ekonomi olmak üzere yaşamın bütün alanlarında sosyal adaletten yanadır; yoksulların, kimsesizlerin hak ve hukuku konusunda duyarlıdır.

-Toplumun, soyluluk veya ekonomik gelir üzerinden sınıflaştırılmasını asla kabul etmez.

-Yoksulluk ve zenginliğin toplumsal bir sınıfa dönüştürüldüğü kapitalizm gibi; özel mülkiyete karşı çıkan, halkın mülkünü devlete tapulayan sosyalist düzene de karşıdır. 

Bu esasları ile İslamcılık, sıradan dindarlık veya sıradan Müslümanlık değildir. Dindar Müslüman kimliği içinde özgün ve üst bir siyasi kimliktir. Kişi günlük yaşamında dindarlaşmakla, Müslümanca yaşamakla İslamcı olmaz. İslamcı olmak, İslamî siyaseti benimsemeyi ve o siyaseti benimseyenlerle birlikte hareket etmeyi gerektirir.

Bu da İslamî siyaset bir yana, günlük yaşamda bile Müslümanca yaşamın baskı altına alındığı bir dünyada bedel gerektirir. Nitekim, bugüne kadar bu uğurda cezaevleri dolup taştı; toplum önderleri idam sehpalarında, zindanlarda, poligonlarda can verdi; nice kişi, siyasi haklarından mahrum bırakılıp ülkesinin dışına çıkmaya mecbur bırakıldı.  

Uluslararası güçlerin İslam karşıtlığından dolayı davaları uğruna bedel vermeye hazır kimselerin kimliği olan İslamcılık, her yönüyle bir onurdur ve bu onur, kişi davasına sahip çıktığı sürece onda bulunur.

Açık bir ifadeyle İslamcılık, sabit bir kadro değildir: Kişiler, bir kez İslamcı olunca hayatları boyunca İslamcı kalmazlar. İslamcılığın ağır yükü, ona tabi olanları hep geri dönüş, ondan vazgeçiş tehdidiyle yüz yüze bırakır. Dün İslamcı olan biri, bugün İslamcılığın yüküne katlanamayıp başka kamplara geçebilir. Bu, imtihanın her gün yüz yüze olduğumuz bir gerçeğidir.

Bununla birlikte bazı kimseler, ya başka güçler hesabına çalıştıklarından ya da İslamcılığın toplum tarafından kabulüyle ilgili olarak ondan nemalandıklarından inanç, düşünce ve yaşam tarzları ile İslamcılıktan uzaklaştıkları hâlde İslamcı görünürler. Kimi zaman da yeni bir kimlik edindikleri hâlde post-modern dünyanın “çok kimliliği” ki aslında “çok kartlılığı” içinde İslamcı etiketini de yanlarında taşırlar. Nihayetinde kendilerine “Eski İslamcı” derler.  

HEM İSTANBUL SÖZLEŞMESİNİ SAVUNMAK HEM İSLAMCI OLMAK!

İstanbul Sözleşmesi’nin bir özü var, bir de bu sözleşmenin Türkiye’de yasalaşma tarzı…

İstanbul Sözleşmesi;

 -Her şeyden önce doğrudan yaşam tarzını ilgilendirdiği hâlde, İslam’ın esasları dikkate alınmadan, Müslümanların görüşleri sorulmadan Batı’da hazırlanmış bir metindir.

-Tanzimat Fermanı ve 20. yüzyılın başında Müslümanlara dayatılan tercüme yasalar gibi, halkın görüşü sorulmadan, referandum bir yana, Meclis’te dahi doğru düzgün tartışılmadan dayatılmış yabancı bir üst yasalar bütünüdür.

Bu yönüyle, “dayatanların diliyle”, hiçbir şekilde “demokratik” değildir. Kendilerini üst, seçkin, aristokrat, halkın çıkarını halktan daha iyi bildiğini düşünen bir elit tarafından Avrupa dillerinden tercüme edilmiş ve Batı’nın desteğiyle dayatılmıştır.

Hatta bu sözleşme, sair Batılı yasalardan da farklı olarak Batı halkları tarafından da benimsenmemiştir. Batı halklarının görüşlerini değil, Batı’da “Yeşiller” olarak bilinen uç bir siyasi grubun, “feminist” denen sözde kadın cinsi ırkçılarının ve yapay “karma cinsiyet” taraftarlarının görüşlerini ifade etmektedir. Nitekim Batı’da sadece duyarlı halkın değil, bazı hükümetlerin de tepkisine yol açmıştır.

Öte yandan bu metin, aile ile ilgili düzenlemeler getirmektedir. Dolayısıyla medeni hukukla ilgilidir. Medeni hukukta inancın gereğine uymak, asgari insan hakları kapsamındadır. Nitekim, Yunanistan gibi ülkelerde ve günümüz İngiltere’sinde farklı toplumsal gruplara medeni hukukta inançlarına dayanma hürriyeti verilmektedir.

Bütün bu hususlar göz önünde tutulduğunda İstanbul Sözleşmesi’ni özü ve yasalaşma tarzı ile savunacak biri, ne Meşrutiyet ne Cumhuriyet devrinde İslamcı sayılır veya İslamcılık kapsamına giren bir fikriyata sahip kabul edilir.  

Hem bu sözleşmeyi tasvip edip hem İslamî bir fikriyat dahilinde görülmeyi istemek, cahillik değilse çok uç bir “uyanıklık”tır.

Sözleşmeye taraf olan ve aynı zamanda hâlâ İslam’ın tarafında görünmek isteyen kimi dernek ve yapılar; sözleşmeyi tasvip etmekle kalmıyorlar. Aynı zamanda, sözleşmeye karşı çıkanları, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinin ultra Batıcılarının terminolojisiyle “yobazlık”la itham ediyorlar. Orada durmuyorlar; sözleşmeye karşı çıkanları, aynen geçmişin Batıcı dar elitinin zihniyetiyle kadına şiddet taraftarı olmakla suçluyorlar. Hızlarını alamıyorlar, Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi hadlerini fersah fersah aşarak darbecilerin yanında yer alma ve Cumhurbaşkanına karşı komplo içinde olma iftirası atıyorlar. Sosyal medyada linç ediyorlar, mahkemeye vermekle tehdit ediyorlar… 1908’in İttihat ve Terakki mensupları bunların yanında pek ılımlı Batıcı kalır.

Bu ne hırçınlık! Bu ne ölçüsüzlük! Bu nasıl bir “anti demokrat” yaklaşım! Nerede düşünce hürriyeti! Nerede farklılıklara saygı duyma ilkesi! Hani demişler ya “Ne bu şiddet! Bu Celal!”

Ortada bir suçluluk psikolojisi var, desek izah etmeye yetmez.

Açıkça ifade etmek, en doğrusudur: Bu tür yapılar, hâlâ günlük yaşamlarında dindar olsalar da ve bunu samimiyetle sürdürseler de siyaseten Batıcılaşmışlar, laikleşmişler, nevzuhur laikler olmuşlardır. Lakin bu yönlerinin henüz teşhir edilmesine, ortaya çıkmasına ruhen ve siyaseten hazır değiller.

Çünkü;

Zihnen oraya kaydıkları hâlde henüz konumlarını kabullenmemişlerdir. Bununla birlikte, orada görülmenin onları bazı siyasi konumlardan edeceğinden eminler. Ne de olsa Türkiye’de İslamî duyarlılıkları dillendirmek, körü körüne Batılılaşmaya karşı çıkmak, aileyi koruma mücadelesi vermek, bunun karşısında yer almaktan siyasi olarak daha kârlıdır. Mevcut konumlarına İslamî hassasiyetlere sahip görünerek çıktılar. Ama artık o hassasiyetlere sahip çıkmadıkları hâlde konumlarını korumak istiyorlar. Bu doğru anlatıldığında gözden kaçmayacak bir aldatmadır.

Bunu kabullenmiyorlarsa bu durumda hâllerinin farkında olmayacak kadar şuursuzlar!

Dünyanın her yerinde, Hıristiyan, Yahudi veya Budistler, aile kurumunu zafiyete uğratan yasalara karşı çıkarlar. Bu tür metinlere karşı çıkmak, kendini bir dine mensup görmenin sıradan bir alamet-i farikasıdır.

İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkmayı garipseyenler, bu evrensel duruşu bilmeyecek kadar dünyadan uzaklaşıp dar ideolojik kalıplara girmişlerse siyasette yönlendirici olamazlar, olmamalılar.

İnanca bu kadar yabancılaşanlar, post modern solcu partilere üye olabilirler ama dindar seçmen kitlesine dayanan partilerin yönetiminde yer alamazlar, o yönetimler üzerinde etkili olmamalılar.