Pazar günü Bitlis’in Norşin ilçesinde Tağ Medresesi Başmüderrisi ve aynı zamanda tasavvuf şeyhi olan Abdülkerim Çevik’in katledilmesi, bize medreselerimizin işlevini yeniden hatırlattı.

Şeyh Abdülkerim Çevik, iki ailenin çekişmesini, İslam hukuku üzerinden bölgemizde yaygın şer’i usul üzerinden çözmüş; ama hükme razı olmayan tarafça medresesinin bizzat içinde katledilmiştir.

Vakada, katledilenin hem Seyda hem Şeyh olması bir yana, katl sebebi de özellikle üzerinde durulmaya değerdir.

Daha önce nice âlim ve hatta şeyh değişik sebeplerle katledilmişse de bildiğim kadarıyla bugüne kadar böyle bir sebeple hiçbir âlim veya şeyhin canına kastedilmemiştir. Bunun için medreselerimizin hâkim yetiştirme işlevi kadar bu vaka da tahlil edilmeyi gerektiriyor. Bu çerçevede analizimde medreselerimizin hâkim yetiştirme işlevi üzerinde duracağız, ardından Tağ Medresesi’nin hikâyesine dokunacağız ve nihayetinde söz konusu vakayla ilgili kısa bir değerlendirmede bulunacağız.

MEDRESELERİMİZİN HÂKİM YETİŞTİRME İŞLEVLERİ

Birkaç yıl önce bir yakınımın taziyesine gittiğimde içeride birinin taziye adabını da aşarak İslam aleyhinde iğneleyici bir konuşma yaptığına şahitlik ettim.

Adama, “Yıllar boyunca büyük düşmanlar Seydalar ve Şeyhlerdir” dediniz, şimdi memleketinizden çok uzak yerlerde artık ne Seydalarınız var ne Şeyhleriniz, özgürlüğünüze kavuştunuz mu, onlarsız mutlu musunuz, karınızla kavga ettiğinizde sizi kim barıştıracak, gençleriniz hadlerini aştıklarında onlara kim nasihat edecek, komşunuzla aranız açıldığında sizi kim barıştıracak?” diye sordum.

O ana kadar coşkuyla konuşan adam, bir anda sustu ve şaşkınlık içinde gözlerimin içine içine bakıp kaldı. Belli ki o ana kadar onun da aklında Seyda ve Şeyhler sadece namaz kıldıran, sıradan vaazlar veren kişilerdi. Oysa meselenin bambaşka tarafları da vardı ve orayı hiç düşünmemişti.  

Hazır olanlar da biraz endişeli de görünse bana hak verince adam, saygıda kusur etmeden ayağa kalktı “Hocam, sizinle tartışmam şık olmaz, ben kalkayım” dedi. Meğer HDP veya onun yedek partisinin eş ilçe başkanıymış. Alkolden ve çocuklarının hâllerinden yana sıkıntılı imiş…

Bizim medreselerimiz ve onlarda yetişen âlimler, sadece namaz kıldıran, sıradan vaazlarda bulunan kişiler değildirler. Onlar, toplumsal yapımızın öz be öz harcıdırlar. Toplumun bütün sorunları ile ilgilenirler.

Osmanlı, oraları yerel beylerin (mirlerin) idaresine bırakırken kadı atamamıştır. Dolayısıyla Osmanlı’dan önce var olan, Osmanlı günlerinde korunan ve Cumhuriyet’ten sonra da devam eden âlimlerimizin aynı zamanda hâkimlik (fahri kadılık) vazifesi devam etmiştir. Medreselerimiz, sadece halkın uhrevi sorularına cevap verecek ve önlerinde namaz kılacak kişiler yetiştirmemişlerdir, aynı zamanda halk için, toplumu yakından tanıyan, örfü de Şeriat kadar iyi bilen hâkimler de yetiştirmişlerdir.

Bugün gibi hatırlıyorum, “Kürtlerde İslamî Kimliğin Gelişmesi” çalışmamda da anlattım: Cami ve medreselerimizde neredeyse her gün en ağır toplumsal sorunlara dair mahkeme kurulurdu. Medreselerde yetişen ve üstad-talebe ilişkisi içinde deneyim kazanan Seydalarımız o ağır sorunları hakikaten adilce ve toplumu ikna ederek çözerlerdi. Onlar sıradan Hocalar değildi, yani salt mele değildiler, Seyda olma sıfatı onlara bu tür sorunlara bakma yetkisi verirdi. Bu sıfata sahip olmayanlar, bu tür işlere genellikle karışmazlardı.

Mahkeme, tek taraflı ise başvuran, ikna olmaması durumunda, başka Seydalara giderek sınırsız temyiz hakkına sahipti ve bundan dolayı kesinlikle kınanmazdı.

Ama dava çok taraflı, yani çekişmeli ise, genellikle iki tarafın uzlaşısı üzerine tercih edilen Seydanın hükmüne razı olunur, davanın temyizi düşünülmezdi. Bazen taraflardan birinin “Seyda, vallahi ikna olmadım; ama bana düşen karara uymaktır” dediği de olurdu. Bundan dolayı da kınanmazlardı.

Seydaların elbette kolluk kuvvetleri yoktu, fiili bir yaptırım yapmaları söz konusu değildi. Kişiler, Şer’i kararın doğruluğuna inanır ve bu inanç onları Seydaların kapısına götürürdü. Toplumun Seydalara duyduğu sevgi, saygı ve güven de onların kararlarının uygulanmasını sağlardı.

Bu tür mahkemeler öylesine yaygındı ki resmi mahkemelere iş bırakmazdı, özellikle inançlı karakol komutanları da halkı mahkemelerden önce bu tür uzlaşma yollarına yönlendirirler ve o mahkemelerden çıkacak hükmün daha yerinde olacağına inanırlardı.

Elbette kimi kararlar üzüntüye yol açmıştır. Ama hiçbir Seyda, kararından dolayı bırakın saldırıya uğramayı hakarete bile uğramamıştır. Seyda Abdülkerim Çevik’in vakası, bu yönüyle adeta bir alarm gibidir. Zira Seyda, aynı zamanda Şeyh idi ki bölgede onun konumunda olanlara “Halife” denir. Üstelik sıradan bir Seyda veya Şeyh değildi. Şeyh Abdurrahman-ı Tağî’nin soyundandı. Şeyh Abdurrahman ve ailesinin Norşin’de çok özel bir yeri vardır.

TAĞ MEDRESESİ’NİN HİKÂYESİ

Bugün Van’ın Bahçesaray ilçesi olarak bilinen Müks’ün büyük beylerinden Eyüp Han Bey’in kızı Miranete Hanım, Norşin’e gelin geldiğinde bir eksiklik hisseder. “Babamın memleketinde ne büyük bir medrese vardı, burada niye yok?” diye sorar ve başta kocası Abdi Bey olmak üzere Norşin beylerini etkileyerek Tağ Medresisi’nin kurulmasını sağlar.

Mele Mahmud, Norşin’e ilim talebiyle gelmiştir. Abdi Bey ve Miranete Hanım, ondaki ihlas ve ehliyeti fark etmişler ve onu çocuklarını sevdikleri gibi sevmişlerdir. Büyük bir öngörüye sahip olan Miranete Hanım, bunun üzerine medrese vakfiyesini beylere bırakmak yerine Mele Mahmud’a bırakmış. “Bu Medrese Mele Mahmud’un evlatlarının elinden çıkmasın. Mele Mahmud’un evlatlarından sadece Yasin Sûresi´ni bilen bir kız dahi kalsa yine bu medrese onların elinde kalsın” diye vasiyet etmiş. Buna karşılık onlardan sadece yılda bir kez kendisi için bir hatim okumalarını talep etmiştir.  

Mele Mahmud vefat edince medrese oğlu Şeyh Abdurrahman’a kalmış ve böylece ortaya bir ilim harikası çıkmıştır.  

Norşin Mirliği ile Mele Mahmud’un hikâyesi, İslam aleminde pek çok bereketin hikâyesidir: İmkânları olan bir emir (bey, mir) ile bir alimin buluşmasından hasıl olan berekettir. Zira bu, güç, toplum ve ilmin buluşmasıdır. Güç, toplum ve ilim üçlüsü bir araya geldiğinde ortaya daima güçlü toplumsal dönüşümler çıkar. Tağ da böyle bir dönüşüme vesile olmuştur.

Tağ Medresesi dediğimiz son on-on beş yılda Türkiye’deki gelişmelerle ilgili olarak eklenen bölümler bir yana bırakılırsa küçücük bir yapı… Ama Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi ilk teberrük dersini orada aldığı gibi Adıyaman Menzil dergahının kurucu mürşidi Şeyh Abdülhakim Hazretlerinin de şeyhi Şeyh Ahmed el-Haznevî de orada yetişmiştir. Şeyh Ahmed’in İzzedin el-Kassâm’ın yetişmesine katkısına kadar uzanan büyük bir ilim ve irşad hayatı vardır. Ayrıca merhum Sadreddin Yüksel ve daha nice alim de o küçücük medresede yetişmiştir. Bu yönüyle medrese adeta bir ilim serçeşmesi olmuş ve Türkiye’de dindarlaşmanın arka planındaki kurumlarından birini oluşturmuştur.  

ŞEYH ABDÜLKERİM VAKASI

Ülkede son zamanlarda elbette “Amerikanvari” cinayetler işleniyor. Amerikanvari cinayetlerden kasıt, sebepsiz yere, psikopatça eğilimlerle işlenen cinayetlerdir.

Psikopatlar, kimi zaman bir yakınlarını, kimi zaman en çok sevdikleri ve saygı duydukları kişi ve kişileri hiçbir sebep söz konusu değil iken katledebilirler. Herhangi bir kişi, aniden bu tür cinayetlere konu olabilir.

Şeyh Abdülkerim vakasının da bu genel hâlle bir ilişkisi herhâlde aranabilir. Ama bölgede son zamanlarda âlimlere yönelik saygının azaldığına dair ciddi gözlemler de söz konusudur.

Bunu bölgenin zenginleşmesi ile ilgili bir değer kaybı, sorunu olarak değerlendirenler vardır. Sol’un âlimlere yönelik saldırıları ve TV ekranlarına çıkan kimi hocaların duruşları da elbette âlimlere yönelik olumsuz bir imaja yol açıyor. Ama mesele çok daha derinlikli ele alınmalıdır.

Âlimlere yönelik bir saygı sorunu yaşanıyor mu? Böyle bir sorun yaşanıyorsa hangi nedenlerle yaşanıyor? Bu nedenler, hiçbir kısıtlamaya tabi tutulmadan bütün olarak tespit edilmeli ve onların izalesi için bir çalışma yapılmalıdır.
Bizde ilk kez âlimlerin toplumdan uzaklaşması ve âlimlerde bilinen ara buluculuk gibi hususların seküler kurumlara kalması gibi sorunlar da söz konusudur.

Dün halkla iç içe olan medresenin bugün, kendi dar alanına kapanması, güç’süz ve toplumsuz kalması, öte yandan âlimlerin işlerinin kimi zaman Sol parti ve derneklere havale edilmesi, üzerine varılması gereken hususlardır.

Şeyh Abdülkerim’e Allah’tan rahmet ailesine sabır dilerken onun şehadetinin bu tür bir sorgulama için bir alarm gibi dikkate alınmasında yarar vardır.