Endülüs, Müslümanın dünyasında Mescid-i Aksa’sız bir Kudüs gibidir. Hangi Müslüman, Endülüs’ü bilir de Endülüs adını duyup mahzun olmaz? Hangi Müslüman, Endülüs’e bakar da iç dünyasında bir eziklik hissetmez?

Endülüs, bizim için camilerin kubbelerinde Haç’ın durduğu yerdir. Ama aslında Endülüs, İslam’ın dünya hakimiyetinin durduğu yerdir. Biz, oranın koşullarında karşımıza çıkan şeytanı yenemeyince atımızın ayağının takılıp yere serildiği yerdir.

Ne oldu da Endülüs’te İslam’ın atı yerlere serildi?

Endülüs üzerine çalışan Prof. Mehmet Özdemir, bu sorunun cevabını şu cümlelerle verir: “Çelişik gibi görünse de Endülüs'ün iniş grafiği çıkış grafiğiyle birlikte harekete geçmiştir… Açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, fetih hareketinin üzerinden henüz bir çeyrek asır bile geçmemişken, 732 senesinden sonra Müslüman fatihlerin içine düştükleri asabiye girdabıdır ki Endülüs için zeval sürecini başlatan ilk ciddi gelişme olmuştur.” ifadeleriyle açıklar.

Endülüs, İslam kaynaklarında bugünkü İspanya için kullanılır; İslam’ın İber Yarımadası’ndaki hakimiyet sahasını kapsar. Endülüs, fetihten önce İslam dünyasına nazaran bugünkü Orta Afrika gibiydi. Ancak Endülüs, İslam öncesinde sadece maddi olarak geri kalmış değildi; Vizigotların hakimiyetindeki ülke aynı zamanda bir şiddet yurduydu. Ki bazı görüşlere göre Endülüs adı Vandalus’tan gelir. Vandalus, Vandallar ülkesi demektir.

İslam, o ülkeyi gittiği her yer gibi mamur etti. İslam’la çorak topraklar işlendi; yoksul şehirler birer medeniyet yurdu hâline geldi. İslam’dan önceki yoksul Endülüs, İslam’dan sonra çevresini de beslemeye başladı. Bu ilerleme devam etseydi Avrupa İslam hakimiyetine girerdi ki bu o gün için Çin dışında İslam’ın dünya hakimiyeti anlamına gelirdi. Ne var ki Müslümanlar, ırkçılığı bir türlü aşmadılar, Avrupa’nın efendileri iken onda tükenip ayakları altında ezildiler.

Müslüman fatihler, Allah’ın emri ve Resul’ünün yolu üzerinde cihad ederek Endülüs’e gittiler. Endülüs’e ulaşan ilk İslam birliği, Tarîf b. Mâlik kumandasındaki yaklaşık 500 kişilik bir ordudur. 710 yılında gerçekleşen bu hadiseyle Müslümanlar, Endülüs’ü tanıdılar; orada Vizigotlar arasındaki ihtilafın onları bitirme noktasına getirdiğini öğrendiler ve orayı fetih kararı aldılar.

Kuzey Afrika Valisi Musa b. Nusayr, Tarîf’in ardından 711’de Tarık b. Ziyad’ı yolladı Endülüs’e. Tarık’ın azim ve kararlılığı ve Emevilerin fethe verdiği önemle Endülüs’ün fethi 714’te tamamlandı.

Ne var ki Endülüs’ün fethinde büyük paya sahip olan Kuzey Afrikalı Berberi Müslümanlar, Emevilerin öncülüğündeki Arapların tutumundan şikayetçiydiler. Bu Kuzey Afrika halkı, İslam’dan memnun, İslam ile mutluydu ve fatihlerini İslam’ın emrettiği üzere ırkçılıktan uzak durup adil olmaya davet ediyorlardı.

Berberiler, çağrılarına olumlu karşılık bulmayınca 741’de Kuzey Afrika’da topyekûn isyan ettiler; isyan, Berberilerin desteğiyle fethedilmiş, Endülüs’e de sıçradı. Endülüs’te küffara karşı birlikte kılıç sallayan Müslümanlar, Berberi ve Arap diye iki gruba ayrılıp birbirlerini vurdular.

Berberi isyanı, kısa sürede Endülüs’te Arap katliamına dönüştü ve o kadar büyüdü ki ancak Endülüs’e ulaşan 10-12 bin kişilik Şam ordusu tarafından bastırılabildi. Yarımada’ya büyük bir öfkeyle giden Şam ordusu, Berberilere karşı adil davranmadı. Berberiler öldürülmekten kurtulmak için Endülüs’ü terk edip Kuzey Afrika’ya geçtiler.

Irkçılık, bu isyanla sadece Müslümanların katledilmesine yol açmadı. Müslümanların ihtilafından yararlanan Katolik Hıristiyanlar, daha önce fethedilmiş pek çok şehri yeniden işgal ettiler; Müslümanların hakimiyet alanını daralttılar.

Irkçılık şeytanı, orada da durmadı. Daha önce Endülüs’e yerleşen ve farklı kabilelere mensup olsalar da Belediyyûn olarak Endülüs’te buluşan Arap Müslümanlar, Şamlı askerlerden Endülüs’ü terk etmelerini istediler. Endülüs Valisi Hüsam b. Dırar, Şamlı askerleri gayri Müslimlerin elindeki yerlere yönlendirerek bu sorunu çözdü. Fakat bu kez bir alt ırkçılık belası ortaya çıktı, ırklar arasındaki mücadelenin yerini kabile ırkçılığından beslenen mücadele aldı. Endülüs’te büyük gruplar hâlinde bulunan Kayslı Araplarla Yemenliler birbirlerine düştüler.    

İki kabile ırk üstünlüğü iddiasında o kadar aşırı gitti ki kabile mensupları birbirlerinden esir aldıklarını açık artırma (müzayede) usulüyle değil; açık indirme (münakasa) usulüyle satışa çıkardılar. Yani kim daha az para verirse esiri ona verdiler. Öyle ki esirlerden biri bir oğlak, diğer biri bir köpek karşılığında satılmıştı.

Endülüs, bu beladan, 750’deki Abbâsî ihtilalından kaçan 19 yaşındaki Emevi genci Abdurrahman’ın 756’da Endülüs’e ulaşıp Endülüs Emevi Devleti’ni kurmasıyla kurtuldu.

Abdurrahman, önemli kısımlarını Arapların teşkil ettiği ancak Berberî ve Sekalibe’nin (Slav kökenlilerin) de önemli bir yere sahip olduğu bir İslam ordusu teşkil etti, Endülüs’te dengeyi buldu, ittifakı sağladı ve Endülüs, o meşhur altın çağına girdi.

Müslümanların ittifak edip Endülüs’ü Emevi üretkenliği ile kalkındırması üzerine İspanya halkı hızla İslam’a yöneldi, yaklaşık 4 milyon civarındaki Hıristiyan nüfusun yarısından çoğu kısa sürede İslam’a geçti; Müvellidûn denen bu Müslümanların sayısı Endülüs’ün geleceğini etkileyecek boyuta ulaştı.

Bu güzel gelişme dahi temel yanlış atılınca Endülüs için soruna dönüştü. Zira aynen Berberiler gibi Müvellidûn da Arapçılık siyasetinden şikayetçiydi. Müvellidûn kökenli aileler güçlenip kendi başlarına bir iktidar sahası oluşturunca Emevilere kafa tuttular. Hatta onlardan bazıları Emeviler’e karşı Hıristiyan ırkdaşları ile birlikte hareket ettiler.

Endülüs’ü bu kaostan Endülüs’teki ilk Emevi halifesi III. Abdurrahman (912-961) kurtardı; bütün Müslümanları hilafet çatısı altında buluşturdu. Güçlü İdare, güçlü bir ordu ve kaynaşmış bir toplum formülüyle devleti güçlendirdi. Oğlu II. Hakem’in de sürdürdüğü bu siyasetle Arap ağırlıklı bir ordunun yerine Sakalibe (Slav) ağırlıklı bir ordu kurdu. Irkçılığa karşı mücadele etti. Endülüs Devleti, onları bu siyasetiyle Avrupa’nın en güçlü devleti hâline geldi.

Her şey yolunda giderken ırkçılık, Endülüs’ün en büyük düşmanı olarak yolunu bulup varlığını sürdürdü. Hişam adlı 10 yaşındaki bir çocuğun hükümdar ilan edilmesi üzerine vezir hanedanı olarak devleti ele geçiren Amirîler döneminde ırkçılık bir kez daha canlandı. Toplum Endülüsler, Sakalibe ve Berberiler olmak üzere üçe bölündü. Büyük Fitne (el-Fitnetu'l-Kübra) diye nitelenen ve yaklaşık yirmi sene süren bir darbeler dönemine girdi. Her üç grubun da niyeti Endülüs Hilafetini ele geçirmekti. Bu çatışma Müslümanları o kadar etkisiz hâle getirdi ki Hıristiyan bir asker başkent Kurtuba’nın şehir meydanında Hz. Peygamber’e açıkça hakaret ettiği hâlde onu cezalandıracak kimse bulunamadı.

Kurtuba eşrafı, yaşananlara duyulan öfkeyle 1031’de Emevi Hilafetini ilga edince Endülüs’ü bir arada tutan bağ tamamen çözüldü. Endülüs’te mikro ırkçılık ortaya çıktı; Endülüs’ün her bir şehri neredeyse bir devlet oldu. Ondan sonra Endülüs’ü ne Murabıtlar ne Muvahhitler kurtarabildi ve Endülüs, nihayetinde 1492’de Gırnata emirliği ile ruhunu teslim etti. Kurtuba camileri gibi Gırnata Camisi’nin de kubbesine Haç dikildi. Sokaklarda Müslümanların kanlarından ırmakçıklar oluştu. Endülüs’ün sözcüsü şair, bu acıyı şu cümlelerle ifade edecektir:

Çöplüğe çevrilen mescitlere yazık!

Ezan yerine, çanlar asılan minarelere yazık!

Köleleştik, ne fidye ile geri alınabilecek esirler, ne de şahadet getiren Müslümanlarız!

Endülüs öyküsünün bu hazin sonucunda içeri kaynaklı pek çok etkenden söz edilir. Ama hiçbiri ırkçılık kadar sürekli olmamış, hiçbiri ırkçılık kadar tahribe yol açmamıştır. Bundan “Şüphesiz bunda akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Taha 128)

Irkçılık ihanettir. Ümmet ürünü ve bakiyesi devletler için başta bir asabiye oluşturuyor görünse de yıkıcı bir unsurdur, önce bölünmeye, sonra yıkıma yol açar.