Kadın cinayetleri, adeta Türkiye’nin günlük haber bültenlerinin bir bölümünü oluşturuyor. Konuyla ilgili haberler öylesine ilgi çekiyor ki aynı haber günlerce takibi yapılarak sunuluyor. Öte yandan kadın cinayetlerinden doğrudan ‘Gelenek’ sorumlu tutuluyor. Neticede zihinlerimizde Türkiye’de her dakikada bir kadının cinayete kurban gittiği ve cinayetin ‘Geleneklere’ bağlı kişilerce işlendiği gibi bir algı oluşuyor.
Analizimizde bu algının esasının olup olmadığını, bu algının esası yoksa üretilme nedenini irdeleyeceğiz.
Kadın Cinayetleri İlgili İstatistikler
Türkiye’de cinayete kurban giden kadın, sayısı, bebeklik çağındaki kız çocukları dâhil, 2018’de 281, 2017’de 350, 2016’da 301 olarak gerçekleşmiştir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün 14 Ocak 2019 verilerine göre Türkiye bu sayılarla, Almanya, Hollanda, Norveç, İsveç ve İspanya ile birlikte dünyada en az kadın cinayetinin işlendiği beşinci sıradaki ülkeler arasında yer alıyor.
Bu konuda Türkiye’nin durumu, Finlandiya, Belçika, ABD, Rusya gibi ülkelerden dahi iyidir. Örneğin, Türkiye’de her yıl bir milyonda beş kadın öldürülürken bu sayı ABD’de 32, Rusya’da 35’tir.
6284 Nolu Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun çıktıktan sonra da cinayetlerde bir azalma olmamış, aksine 2010’daki cinayet sayısı 180 iken yasanın yürürlüğe girmesinden bir sonraki yıl, 2013’te 237 cinayet işlenmiştir, sonraki yıllarda artış söz konusudur.
Yine kadın cinayetleri denince, öyle bir algı oluşturulmuş ki akla ilk gelen Doğu ve Güneydoğu Anadolu illeridir. Oysa yılda bir milyon kişi başına düşen kadın cinayetleri ile Iğdır, ilk sırada yer alırken Edirne hemen ikinci sırada yer almaktadır; üçüncü ve dördüncü sıralarda ise Bayburt ve Denizli, beşinci sırada Nevşehir vardır. Urfa, Mardin, Batman, Şırnak, Siirt illeri ilk on içinde yoktur.
Öldürülen her dört kadından biri 25-35 yaş aralığındadır; yaklaşık beşte biri 18-25, yine beşte biri de 36-45 yaş aralığındadır. Maktul kadınların sadece yüzde dokuzu 0-17 yaş arasındadır ki onların de büyük bir kısmı on altı yaş üzeridir. Dolayısıyla öldürülen kadınlar gençtir. Maktul kadınların yaklaşık yarısı ilkokul mezunu iken yaklaşık yüzde altısı üniversite mezunudur.
Cinayetlerin yüzde 36’sı cinsel motiflerle işlenmiştir; yüzde 42’si psiko-sosyal motiflerle işlenmiş görünüyorsa da onların da önemli bir bölümünün arka planında cinsel motifler vardır.
İstatistiklerdeki en dikkat çekici husus, katil ve maktuller arasındaki denge ile ilgilidir. Maktullerin yaklaşık yarısı ilkokul mezunu olduğu gibi katillerin de yaklaşık yarısı ilkokul mezunudur; yine katillerin yaklaşık yüzde altısı üniversite mezunu olduğu gibi maktullerin de yaklaşık yüzde altısı üniversite mezunudur.
Yaş bakımından ise Türkiye’de karı-koca yaş farkına da ilişkin olarak katil ve maktullerin yaş ortalamaları arasında yaklaşık beş yaş fark vardır.
Veriler Bize Ne Diyor?
- Türkiye’nin kadın cinayetleri ile anılması gerçekçi olmadığı gibi kadın cinayetlerinin daha çok Doğu ve Güneydoğu illerinde işlendiği de gerçeği yansıtmamaktadır. Türkiye ile ilgili kısım ne kadar Türkiye’ye karşı olumsuz tutum içinde olan güçlerin ürünü ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili kısım da Türkiye içinde bölge ile ilgili olumsuz bakışın karşılığıdır.
- Cinayetler, birbirine denk kadın ve erkekler arasındaki sürtüşmenin bir neticesidir. Cinayetlerin, önemli bir kısmı cinsel saiklerle işlenmektedir. Cinsel saikle işlenen cinayetle “namus cinayeti” farklıdır.
Namus, kelime olarak “hudut, sınır, şeriat” anlamına gelir, kavram olarak ise “örfte” kadının nikahla birlikte erkekle yaptığı manevi sözleşmedir. Namus, maddi bir sözleşme olan nikahın manevi bir karşılığıdır. Kadın, birinin nikahı altına girerek, manen onun namusu hâline gelir. Nikâhtan sonra ondan beklenen, onun Şeriata mutabık değerlerine sadık kalmasıdır. Örfte, bu değerlerin ihlali, kadının ihaneti olarak görülür.
Bununla beraber, bizde “namus”; “haya” anlamında da kullanılır. Bununla ilişkili olarak “namusunu korumak”, cinsellik konusunda Şeriat’ın belirlediği ölçülere uymayı, hayalı olmayı ifade eder. Hayanın korunması, evlilik ahdinden önce gelir ve evli veya bekar herkesi kapsar. Nitekim, toplum bekar veya dul birinin de hayasını korumasını namusunu koruma ile ifade eder. Kişinin bekarlığı veya dulluğu, namusun gerektirdiği sınırları çiğnemesi için yol açmaz.
Namus cinayeti ise kişinin bir yakınını, Şeriat’ın belirlediği hayâ esaslarına uymadığı için katletmekle cezalandırmasıdır. Bu tamamen örfi bir cezadır. Zira İslam hukukunda böyle bir cezalandırma biçimi yoktur. İslam hukukunda zinanın haddi bellidir. Had, devlet eliyle uygulanır. İslam hukuku, bireylere cezalandırma hakkı vermez. Ama geleneksel toplum sisteminde namus cezası örfünün işlemeye devam ettiği, bundan dolayı hâlâ bazı kadın veya erkeklerin namusu ihlal ithamıyla katledildikleri malumdur.
Gündemdeki kadın cinayetlerinin mühim bir kısmı ise namus cinayeti değil, geleneksel yaşamdan bağımsız olarak “kıskançlık, vefasızlık, ihanet, aldatma” kavramları etrafında ifade edilen cinsel saiklerle işlenen suçlardır. Bu konuda oranlar verilmiş değildir. Ama kadın cinayetlerinin mühim bir kısmında ne katil ne maktullerin “namus” duyarlılığı vardır. Hatta kimi zaman cinayeti işleyen, Şeriat gibi gelenek ve örfü de tamamen reddetmektedir. Şeriat ve örfü aynı anda reddeden, onlardan gelen kıstasları, çağlar öncesine ait bilen birinin namus uğruna birini öldürdüğü nasıl iddia edilebilir? Namus, “sınır”dır, halbuki kimi cinayetlerde katil de maktul de sınırsız, dolayısıyla namussuz bir yaşam tarzı sürmektedir. Namussuzun namus cinayeti olur mu hiç? Ortada çok açık bir saptırma, bir algı operasyonu vardır.
Ne yapılmalı?
İslam dünyasında bütün dünyada olduğu gibi kadına yönelik mağduriyetler söz konusudur. Bu mağduriyetler, İslam’ın kadına tanıdığı hakların yok sayılmasından kaynaklanmaktadır.
Ne var ki emperyalist güçler, bu mağduriyetleri suiistimal etmekte ve kadının bizatihi modernizmden kaynaklı sıkıntılarını dahi İslam’a ve İslam’la ilişkili örfe yüklemektedirler. Bu, İslam toplumlarını tamamen çözüp dağıtmaya dönük operasyonun bir parçasıdır. Operasyonu yapanların kadınların haklarını koruma gibi bir endişeleri yoktur. Kaygı, kadının hakları ile ilgili olsa, ABD veya işgalci israil’de işlenen kadın cinayetlerinin de her gün gazetelere konu olması gerekirdi. Oralarda daha çok kadın cinayeti işlendiği hâlde İslam dünyasında özellikle dindarlığa yönelen toplumlarla ilgili her gün manşetlere taşınan kadın cinayetleri art niyetin ve operasyonel yaklaşımın ürünüdür.
Bu zihniyetin sahipleri kadının İslam toplumunda rahat etmesinden ürkmekte, kadın haklarının sağlanmasını, propaganda imkanlarını ortadan kaldıracağı için istememektedir. Onlar, İslam dünyasındaki her mağduriyet gibi kadına yönelik mağduriyeti de kendileri için İslam dünyasına yönelik bir müdahale imkanı olarak görmektedir.
Muhafazakar basın ve çevrelerin, bu oyunu fark etmek yerine bu yöndeki kampanyalara “kadın haklarına saygı” bağlamında katılmaları da kadınlara hak sağlamadığı gibi emperyalist operasyonu yapanlara da katkı sağlamaktadır.
Kadın cinayetleri, bütün yönleri ile tahlil edilmeli ve bu cinayetlerin altındaki saikler, emperyalist güçlerce ortaya atılan saiklerden bağımsız bir şekilde ortaya konmalı ve bu cinayetlere karşı önlemler bu saikler doğrultusunda alınmalıdır.
Kadın cinayetleri, dünyanın neresinde işlenirse işlensin, Müslümanlar açısından uğraşılması gereken bir sorun, önüne geçilmesi gereken bir hak ihlalidir.
Ama bu hususta emperyalist propaganda ile uyum içinde bir tutum sergilemek, kadın cinayetlerinin sadece daha fazla artmasına yol açar.
Muhammed Mursi döneminde, Mısır’la ilgili her gün Reuters Haber Ajansı üzerinden manşetlere taşınan kadın cinayetlerinin Diktatör Sisi sonrasında tamamen haber bültenleri dışında bırakılması emperyalist propagandanın nasıl işlediği ile ilgili bir kanaat oluşturmaya yetiyor olmalıdır.