Kutü’l-Amare, Osmanlı ordularının I. Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi’nde kazandıkları en büyük zaferdir. Zafer, adını Irak’ın daha çok Medînetü’l Kût olarak bilinen Bağdat ile Amare arasındaki kasabasından alır.

Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşına olmayacak koşullar altında, tamamen yanlış bir stratejiyle girdi.  Osmanlı’nın büyük gücü, Sultan Abdülhamid’in imparatorluğu emperyalist güçlere karşı korumak için “İttihad-ı İslam (İslam Birliği)” fikriyatıyla kısmen bütünleştirebildiği ümmetti. Sultan, söylemle kalmamış, başta demiryolları inşası olmak üzere Osmanlı’yı bir inşaat alanına da dönüştürmüş, Osmanlı’nın imkânlarını artırmıştı.  

İttihat ve Terakki, Sultan’ın otuz küsur yıl boyunca oluşturduğu sermaye ve imkânlarla I. Dünya Savaşı’na girdi. O gücü tüketti.

İngiltere, Irak ve Körfez kıyılarındaki petrol yataklarını I. Dünya Savaşı’ndan çok önce keşfetmişti. Hindistan’daki imkânlarını kullanarak sanayisi için can damarı olacak o yer altı zenginliklerine hâkim olmak istiyordu.

Osmanlı’nın savaşa girmesi, İngiltere’ye bu petrol yataklarını ele geçirmesi için büyük bir fırsat verdi. İngiltere, savaş başlar başlamaz Hindistan üzerinden Irak’ı işgal etmeye niyetlendi.

  1. Dünya Savaşı’nın İngiltere’si büyük imkânlara sahipti, dünya tarihinde ilk kez savaş uçaklarını dahi kullanıyordu.

İngiliz nüfusu sayılıydı ama İngilizler, istila ettikleri ülkelerin halklarından topladıkları askerlerle başka ülkeleri istila konusunda çok mahirdiler. Ne yazık ki İslamî uyanışın her yere ulaşma imkânı yoktu. İngiliz ordusunun önemli bir kısmı Hindistan’dan getirilen Müslüman ve Sih’lerden oluşuyordu. Bir kısmı paralı askerlerden oluşan, bir kısmı da hain feodal beyler tarafından İngilizlerin hizmetine verilen Müslümanlar, kime karşı savaşa geldiklerini dahi bilmiyorlardı.

İngiltere ordusu, 6 Kasım 1914’te Basra yakınlarından Irak’a girdi. Irak’ın savunulması Basra’da Albay Suphi Bey komutasında 38.Tümen ile seyyar jandarma birliklerine bırakılmıştı. Bu birlikler mevcut teçhizatıyla, İngiliz ordusuna karşı koyamazdı. Basra ilk hücumlarda elden çıktı. Bunun üzerine Kurmay Binbaşı Süleyman Askerî Bey ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan gönüllü 40-50 subayın katılımıyla oluşturulup “Osmancık Taburu” adı verilen tabur, 17 Aralık 1914’te bölgeye gitti. 

Bölge halkı Sünnî ve Şiî Araplardan oluşuyordu. Türk, Kürt, Laz, Çerkez bir ümmet ordusu olan Osmanlı birliğinin onların desteğine ihtiyacı vardı. Müslüman halk, bu ihtiyaca olumlu cevap verdi, mezhep farkı olmadan bütün varlığıyla İngilizlere karşı direnişe geçti, İngilizlerin ilerleyişini ağırlaştırdı. Teçhizatları ve iyi eğitimleri ile küçük bir kuvvetle Irak’ı işgal edeceklerini düşünen İngilizler, Müslümanların direnişi karşısında şaşırdılar ve Hindistan’dan Irak’a binlerce asker taşımak zorunda kaldılar. Böylece Irak, kolay lokma olmaktan çıkmış, önemli cephelerden biri hâline gelmişti.

Süleyman Askerî, 20 Ocak 1915’te iki bacağından yaralandı. Buna rağmen kendisine katılan bölge halkının desteğiyle 11-12 Nisan 1915’te Bercisiyye ve Şuaybe’deki İngiliz mevzilerine taarruz etti. Süleyman Askerî Bey’in bu acemice taaruzu, binlerce yerli Müslümanın şahadetiyle sonuçlandı ve  yenilgiyi kabullenmeyen İttihatçı subay intihar ederek hayatına son verdi. Bölge halkı ise verdiği kayıplara rağmen Osmanlı ordusunu desteklemeye devam etti.

1915 yılı Eylül sonlarına doğru Dicle nehri boyunca yol alan General Townshend komutasındaki İngiliz birlikleri, kısa sürede Bağdat’a ulaşıp Irak’ı tamamen ele geçirmeyi umuyorlardı. Osmanlı birliklerinin başına geçen Albay Nûreddin Bey bir kez daha Müslüman halkın desteğiyle İngilizlere direndi ise de 28 Eylül 1915 gecesi Kutü’l-Amare’yi boşaltıp Selman-ı Pak şehrine çekilmek zorunda kaldı. İngilizler, 25 Eylül’de Kutü’l- Amare’ye girdiler. Vakada 1700 Osmanlı askeri esir oldu. İngilizler, bu zaferin ardından kısa bir süre sonra 5 Ekim 1915’te Bağdat’a sadece 80 kilometre uzaklıktaki Aziziye şehrine kadar yol aldılar.

 Bir yıla yakın süren bu savaşta normalde Osmanlı’nın direnme gücü kalmamıştı ama Irak Müslümanları, mezhep farkı olmadan Osmanlı’nın yanında duruyorlardı. Osmanlı, halktan aldığı destekle Irak’ı teslim etmeme kararı aldı. Irak’a ünlü Alman Mareşal Von der Goltz ve Kafkasya Cephesi’nde yer alan Albay Halil (Kut) Bey’i atadı.

Alman Mareşal’e kalsaydı Irak cephesi biterdi. Halil Bey ise tam bir İttihatçıydı, macera adamıydı ve generalle çalışma konusunda sorunlar yaşıyordu.

İngilizler, Çanakkale Savaşı’nda kaybettikleri prestiji geri kazanmak için uğraşıyorlar ve Bağdat’ın alınmasına neredeyse İstanbul’un alınması kadar önem veriyorlardı.

Irak’taki Osmanlı komutası da halkla kurduğu iyi ilişki ile Bağdat’ı teslim etmemek için elinden geleni yapıyordu. Yerli halktan büyük bir tugay oluşturulmuş, bu tugay imkânsızlıklar içinde her yana koşuyordu, yeniliyor, şehid veriyor, dayanamayıp firar eden oluyor ama tugay varlığını koruyordu.

22 Kasım 1915’te sabahın ilk saatlerinde General Townshend komutasındaki İngiliz ve Hintli askerlerden oluşan 6. Hint Tümeni, Selman-ı Pak’taki Osmanlı mevzilerine şiddetli bir saldırı başlattı. Muharebenin ilk günü İngilizler, Nureddin Bey’e karşı başarılar kazanıp bir miktar yol aldılarsa da askerlerinin yüzde otuz üçünü kaybettiler ve daha fazla ilerleyemediler. Selman-ı Pak Muharebesi olarak bilinen bu savaş İngilizlerin moralini kırdı, zafer umutlarını azalttı. İngiliz ordusu, Osmanlı ordusunun takibi altında 130 km uzaklıktaki Kutü’l-Amare’ye doğru çekildi ve kasabaya 3 Aralık 1915’te ulaşabildi. Artık İngilizler, kasabaya sıkışmış, Irak halkının desteklediği Osmanlı ordusu kasabayı kuşatmıştı.

Albay Nûreddin Bey, 8 Aralık’ta General Townshend’e gönderdiği mektupta ondan kayıtsız şartsız teslim olmasını istedi. General teslim olmayı reddedince Nisan ayına kadar süren ve İngilizlerin aleyhine gelişen bir savaş yaşandı. İngiliz ordusundaki Müslümanlar da Osmanlı ordusunun işini kolaylaştıran unsurlar içinde yer aldılar. Bu askerler Sih’leri de etkileyerek İngiliz subaylarına sürekli sorun çıkardılar, İngilizleri teslime zorladılar.

Nihayetinde 27 Nisan 1916’da General Townshend, IV. Ordu Komutanı Halil Bey’e gönderdiği mesajda teslim olmak istediğini söyledi. Yapılan müzakerelerden sonra İngiliz ordusu, 29 Nisan’da kayıtsız şartsız teslim oldu.

İngiliz ordusundan 5 general, 272 İngiliz, 204 Hind subayı (toplam 476 subay), 2592 İngiliz asker ve 6988 Hint toplam 13. 309 kişi asker, Osmanlı’nın eline esir düştü. O güne kadar yaklaşık 30 bin İngiliz askeri de ölmüştü. Böylece İngiltere, I. Dünya Savaşı’ndaki en ağır hezimetlerinden birini yaşadı. 

Osmanlı’da büyük bir sevince, İngiltere’de şoka yol açan savaşın özet öyküsü budur. Müslümanların zafer kazanma anahtarlarının ittihad (birlik) olduğunu bir daha kanıtlayan bu zaferden bugün alınacak çok ders vardır.

İngilizler, bu zaferle büyük telaşa kapılmışlardır ve aradan geçen yüzyıla rağmen hâlâ uzantılarını kullanarak bu zaferi gölgelemek için uğraşıyorlar, ne yazık ki çağdaş bir Bedevilik olan ırkçılık da “Zaferi biz kazandık” edasıyla onların bu uğraşlarına hizmet ediyor.

Kutü’l-Amare Zaferi, Türkiye’nin NATO üyeliği görüşmelerine kadar kutlanıyordu. NATO üyeliği görüşmelerinden sonra İngiliz ve Amerikalıların hatırına unutturulmaya çalışıldı. Bugün ise anılıyor ama kimi zaman ırkçı bir söylemle hedefinden saptırılıyor. Çünkü Müslümanların bütünleşmesine hizmet edecek geçmişe ait hiçbir hatıra bırakılmak istenmiyor.

Gücümüzü birlikten alıyoruz ve hatırlar, o birliğin sağlanmasında büyük paya sahiptir. Bunun için hatıralarımız,  ya unutturuluyor ya da saptırılıyor. Ama bugünün iletişim dünyasında Batı’nın algı sihrinin sonu geldi gelecek. Onlar, unuttursalar da biz hatırlayacağız. Onlar saptırsalar da biz doğruyu anlatacağız, duyuracağız.