Türkiye’de 1926’dan itibaren Medeni Hukuk içinde ele alınan aile hukuku, süreç içinde değişim geçirdi.

1926 ve sonrasında aile hukukuna ait düzenlemeler, Avrupa’nın Hıristiyanlık-modernizm sentezini önemseyen milliyetçi iktidarların etkilerini taşıyordu. Avrupa’nın milliyetçi iktidarları için, evlilik toplumsal bir değere haizdi. Evlenme akdi ile oluşan aile de toplumsal değerleri koruyan birim olarak değerliydi, korunması gereken bir kurumdu. O anlayış, aileye sistem içinde önemli bir yer veriyor, toplumsal değerlerin korunmasına dair vazife yüklüyor, buna karşılık aile olmayı teşvik ediyor, aileyi koruyacak önlemler de getiriyordu.

Bunun için Türkiye’de 1926’dan sonra getirilen Medeni Kanun, birden çok yönüyle İslam hukukuyla çatışsa da toplumsal değerini önemseyerek aileye karşı savaş açmıyor, ailenin doğrudan varlığına karşı hükümler içermiyordu.

Eski Medeni Kanun, Katolik etki altındaki modern Batı hukukunun bir tercümesi olarak erkeğe tek eşliliği dayatıyor, boşanmayı da zorlaştırıyordu. Bu yaklaşım, Batı’da olduğu gibi bizde de bazı sorunlara yol açıyordu. Ancak bu sorunlar, ailenin varlığını tamamen tehdit edici boyutlarda olmaktan uzaktı. Zira aynı kanun, ceza kanunu ile tam desteklenmiyor, kanunun ihlali ağır bir yaptırım getirmiyordu. Dolayısıyla dönemin kanunları bütün hâlinde kimi zorluklar getirse de toplumun inandığı aile hukukunu yaşamasına bir tür göz yumuyordu.

28 Şubat döneminde başlayıp AK Parti döneminde ısrarlı bir şekilde yapılan Medeni Hukuk düzenlemeleri ise bundan çok farklı bir mahiyete sahip ve bugün ailenin dağılması ile ilgili şikâyetlerimizin ana sebeplerinden birini teşkil ediyor.

Bu yasalar, tamamen Avrupa Birliği Müktesebatına Uyum Paketleri içinde ele alındı. Bu tür paketlerin ele alınış biçimi, teslimiyetçidir; olanı onaylayıcı ve dikte edicidir. Bunun için söz konusu yasaların içeriği Meclis’te olması gerektiği gibi tartışılmadı. Halk ise Meclis’e gönderdiği vekillere ve özellikle AK Parti döneminde iktidara duyduğu güvenle aile konusunda nasıl bir felaketle karşı karşıya olduğunu göremedi, durumu anlayamadı. Bunun için bugün yaşadıklarını şaşkınlıkla karşılıyor, “Ne oldu bize?” diye sorup olanı hayretler içinde anlamaya çalışıyor.

NE OLDU?

  1. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yeni bir iktidar düzeni ve yeni toplumsal koşullar oluşmuştu. 1990’lı yıllarda buna Doğu Avrupa’nın çöküşü ve iki tarafın bütünleşmesi de eklenince Avrupa ülkeleri, II. Dünya Savaşı öncesi yarı gelenekçi Batı’yı reddeden, bununla birlikte siyasi olarak sosyalizmden kopmuşsa da yaşam tarzı sosyalist olan Doğu Avrupalıların ailesiz yaşam taleplerini yasallaştıran aile hukuku düzenlemelerine gitti.

Bu düzenlemeler, aileye kutsiyet ve toplumsal değer atfeden II. Dünya Savaşı öncesi yarı geleneğe bağlı aile hukukunu faşist bir hukuk ve sosyalist bir anlayışla ailenin bizzat kendisini de faşist bir kurum olarak gören bir anlayışla yapıldı. Düzenlemeleri yapan anlayış, aileyi ötekileştirdi, düşmanlaştırdı ve imha kararı aldı. Dolayısıyla söz konusu düzenlemeler, aileye karşı mutlak bir savaş açtı.

Türkiye’de 28 Şubat sürecinde başlayıp AK Parti döneminde yapılan aile hukuku düzenlemeleri ise aileye söz konusu düzenlemelerin tercümesinden de ibaret değildir. “Eski Medeni Kanun tercüme idi” diyerek tercümeye karşı çıkanlar, aile hukuku düzenlemelerini Avrupa’nın yaptığı düzenlemelerden çok daha sert bir şeklide aile karşıtı olarak yaptılar, düzenlemelere ailenin temeline kibrit suyu dökecek ayrıntılar eklediler.

  1. yüzyıldan bu yana dayatılan sosyo-ekonomik düzen, bütün unsurları ile aile kurmayı özünden zorlaştırıyor. Buna son yıllarda zorunlu eğitimin toplumsal ihtiyaçla açıklanmayacak şekilde resmiyette on sekiz yaşına kadar çıkarılması, gayri resmi olarak ise dört yıllık fakülte düzeyine taşınması eklenince gençlerin aile kurma çabası ağır darbe aldı. Son dönemde hepimizin “yedek beyni” hâline gelen iletişim araçları ile yayılan “serbest yaşama” eğilimi bu darbeyi daha da derinleştirdi.

Ama bu sosyo-ekonomik koşullar, aile kurumunu yok etmeye yetmemiş olacak ki, yeni düzenlemelerle, aile kurma yaşı yukarılara taşındı, boşanma kolaylaştırıldı, boşanan kadınların yeniden evlenmesi zorlaştırıldı. Düzenlemeler, ihlal durumunda çok ağır hapis cezaları ön gören ceza hukuku ile de desteklendi. Böylece toplumun daha önceki yasal süreçte varlığını koruyan geleneksel tutumunu sürdürmesi neredeyse imkânsız hâle getirildi.

Dolayısıyla hakikatte aileye karşı, gelenek gibi farklı seçeneklere başvurmayı imkânsızlaştıran,  otoriter, faşizan bir anlayışla savaş açıldı. Aileyi faşist bir kurum olmakla suçlayanlar, bu düzenlemelerle ailesizliği faşist bir otoriterlikle dayatıyorlar. İşte biz, bu dayatmaya karşı aileyi yaşatmaya çalışıyoruz.

Bu çağda Müslüman olmak bir direniştir, kabul… Ama Müslümanı bu kadar kendi aile hukuku ile karşı karşıya getirmeye çalışmak hem de bu asırda ve liberal özgürlükler adına! Bu kamuflajlı post-modern hücum…

 Bu, büyük geleceğimiz adına görülmeyen, anlaşılmayan bir felakettir.  

En kötüsü ise toplumun okumuşlarının okuma düzeyinin bu felaketi algılayacak yapıda olmaması, dolayısıyla uyarıların da anlaşılmamasıdır.

NE YAPILMALI?

Tek başına eleştiri gayri İslamî bir yöntemdir, kimse sadece eleştirmekle vazifesini yapmış olmaz.

Aileye otoriterce, faşistçe savaş açan bu düzenlemelere İslamî değerler doğrultusunda karşı çıkıyorsak muhalefet ediş biçimimiz de İslamî olmalıdır.

İslamî muhalefetin esası, daha iyisi hâl içinde mümkünse inşa ederek, hâl içinde mümkün değilse onu güçlü bir şekilde önererek olana karşı çıkmaktır.  

Bu durumda, olması gereken,

  1. Mevcut koşullar altında İslam’ın aile hukukunu yaşatmak, bu konuda sözü aşan bir tutum içinde olmak, pratik adımlar atmaktır.
  2. Mevcut koşullar altında yaşatamadığımız aile hukukumuzu İslam’a davetin esasları olan hikmet ve açıklıkla ortaya koymak, güçlü bir öneri olarak hükmedenlere ve hükmedilenlere sunmaktır.

İslam’ın aile hukukunun şu veya bu hükmünü savunmaktan korkanlar, ailesizliğin hem sosyo-ekonomik koşullarla hem otoriterce dayatıldığı bir ortamda toplumu kendilerine nasıl inandırabilirler?

İnançlarını savunacak cesaretten, toplum baskısı veya doğrudan ceza hukukundan dolayı yoksun olanlar topluma nasıl önderlik edebilirler?

Hepimiz bizzat ifadelerimizle veya lisan-ı halle soruyoruz: Var mı İslam aile hukukunu savunacak biri?

Sorgumuz, sadece sorumluluktan kurtulma kaçamağının bir yansıması değilse İslam’ın aile hukukunu açıkça savunan o cesur kişiler, neden biz olmayalım?