Dikkat edilirse İslamî gelişmeler, medya ve sosyal medyadaki örgütlü yapılar tarafından sıkı bir takip altına alınmış. Hangi şahsiyet, toplumun ilgisini çekecek bir söylemle görünürse derhâl konuşmalarının bir bölümü cımbızla çekilerek servis ediliyor, ardından o kişi bir tür yaptığına pişman edilerek itibarsızlaştırılıyor ve varsa görevinden uzaklaştırılıyor.
Bunun son örneklerinden biri, Ege Dokuz Eylül Üniversitesi`nden Mantık Profesörü İbrahim Emiroğlu`nun yaşadıklarıdır. Türkiye`nin ilk mantık profesörü olan Emiroğlu Hoca, İzmir gibi İslamî hizmetlerin durumunun malum olduğu bir ilde, gönüllü olarak halka ve gençlere konuşuyor. 28 Şubat`ın başını çeken ve ondan önce de henüz 1990`ların ilk yıllarında Diyarbakır ve çevresinde bütün İslamî hizmetleri birer terör faaliyeti gibi servis edip adliye konusu yapan bir grubun mensupları, onun hakkında bir kampanya başlatıyorlar. Kampanya ulusalcı sosyalistlerin alıştıkları cinsten, bir tür yargısız infaz olarak başlıyor ve genişletiliyor. Hoca`nın konuşmasının bütününe bakılmıyor, Hoca`yı arayıp “Ne demek istedin?” diye sormuyorlar. Anlaşılan inançlı insana savunma hakkını vermeyi bile çok görüyorlar. İşi bazı illerde gösterilere bile dönüştürüyorlar.
Vakanın asıl kahredici yanı ise Dokuz Eylül Üniversitesi`nin iki dönem AK Parti`de milletvekilliği yapmış rektörü Prof. Dr. Nükhet Hotar, kampanyayı şikâyet sayıp
"Sosyal paylaşım siteleri üzerinden başlayan protestolar, Türkiye'nin çeşitli illerinde yapılan gösterileri beraberinde getirmiş, bu esnada Prof. Dr. Emiroğlu'nun oda kapısına ve dış duvarlarına eleştirel yazılar ve notlar bırakılmıştır. Bu gösterilerin de basında geniş yer bulmasıyla birlikte ulusal çapta bir tepki oluşmuş ve üniversitemize çok sayıda yazılı dilekçe ve sözlü şikâyet ulaştırılmıştır. Konunun geldiği nokta üniversitemizin kurumsal kimliğine zarar verir boyuta vardığından, mevzuat çerçevesinde üniversitemiz içerisinde de bir inceleme ve soruşturma başlatılmış, Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu, hem hukuki sürecin selameti hem de kurumsal faaliyetlerin kesintiye uğramaması için merkez müdürlüğü görevinden alınmıştır. Hakkında çok sayıda yazılı dilekçe ve geçmiş ders anlatımlarıyla ilgili sözlü şikâyetler bulunan Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu ile ilgili kamuoyu tepkileri ve farklı illerde yapılan gösteriler karşısında kayıtsız kalınması söz konusu değildir. Bu noktada üniversitemiz, gereken her türlü tedbiri almaktan ve gerekli adımları atmaktan geri durmayacaktır." gibi bir metinle Hoca`yı Mevlana Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürlüğünden alıyor. Metne dikkatle bakın, Hoca`nın neyle suçlandığı ifade edilmemiştir, umursanmamıştır. Aksine Hoca aleyhindeki suç teşkil eden kampanyanın nasıl yürütüldüğü işlenmiş ama kampanyayı yürütenlerden davacı olunacağına, Hoca`ya ceza kesilmiştir. Tam bir 28 Şubat taktiği… Ciddiye alınmayacak gibi değil. O günlerde yapılan da aynen buydu.
Mesele Emiroğlu Hoca değil. Bu, kapsamlı bir kampanya. Hangi yapı veya şahsiyet, İslamî hizmetlerini bir adım ileri götürürse kampanyanın odağına o yapı ve şahsiyet alınıyor. Dikkatle yaklaşılırsa son sürece kadar daha çok sivil toplum kuruluşları ve toplumu irşad etmede başarılı bazı mühim şahsiyetler hedefe konuyordu. Son süreçte ise Diyanet İşleri Başkanlığı da var.
Diyanet İşleri Başkanlığı, uzun yıllar engelleyici bir kurum konumunda tutuldu. Başkanlık da varlığını sürdürebilmek için, her dönem kimi İslamî yapı ve şahsiyetleri “Akidesi bozuk!” yaftasıyla kurban etti.
Son süreçte de bu hâlâ yapılmıyor, değildir. Hâlâ toplumu etkileme kabiliyetine sahip şahsiyetlerin vaiz olarak bile vazifelerini sürdürmeleri hiç de kolay değildir. En çok kim hizmet ediyorsa hedefe o konuyor.
Bununla birlikte Başkanlık, Mehmet Görmez Hoca döneminde planlaması yapılan ve mevcut başkan Ali Erbaş döneminde de devam eden bazı projeleri başlattı.
Geçmişin personelini sürekli İslamî hizmetler yönünden sınırlandırmakla ünlü Diyanet`in yerinde artık, Batı`nın hedefindeki iki kesim kadınlar ve gençlere yönelik bir dizi faaliyet geliştiren bir Diyanet vardır.
Diyanet, okuma salonları, hastalara yönelik manevi hizmetleri, sabah namazı buluşmaları ve umre programları ile aktif bir sivil toplum kuruluşu, bir cemaat gibi hizmet vermeye başladı. Bu hizmetlerle birlikte aynen sivil toplum kuruluşları ve cemaatler gibi hedefe kondu. Bunun nedeni Diyanet`in kitlelere ulaşma kabiliyetinin sivil toplum kuruluşu ve cemaatlerin ulaşma kabiliyetini aşması, toplumsal değişimi oluşturmak için daha geniş imkânlara sahip olmasıdır.
Peki Diyanet, kampanyayı yürüten çevrenin öne sürdüğü gibi tüm Türkiye`de bir değişim meydana getirebilir mi?
Dinî her tür faaliyete karşı savaşmayı görev bilen çevrelere kanmamak gerek. Diyanet`in böyle bir gücü yok.
Çünkü;
Diyanet, zaten dine meyilli kitleye sesleniyor. Faaliyetleri camilere ve canlı yayın yapabilen televizyonuna rağmen belirli bir kitle ile sınırlı. Üstelik, önemli bir bölümü, Diyanet`in geçmişinden dolayı küskün ve hâlâ fıkhî meseleler dışında Diyanet`in görüşüne dönüp bakmayan bir kitledir bu.
Toplumsal değişim, Diyanet`le birlikte Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve medyanın ortak çalışmasıyla sağlanabilir. Buna Genel Kurmay Başkanlığı ve personel sayısı gittikçe artan Emniyet Genel Müdürlüğünün desteği gerekiyor.
Oysa Milli Eğitim Bakanlığı, birkaç yıldır girdiği yoldan bile dönme işaretleri veriyor. Kültür Bakanlığı ise sol azınlığa hizmet için para yetiştiriyor. On altı yıldır ve artık Turizm Bakanlığı ile de birleştirilen Kültür Bakanlığı topluma hizmet edecek kaç büyük tiyatrocu yetiştirdi, nasıl bir yeni sinema sektörü oluşturdu? Basın alanında hangi büyük adımları attı? Kocaman bir hiç… Tiyatro da sinema da hâlâ mason solcuların güdümünde… Öyle ki konuya ilgi duyanlar, hem solcu hem mason olmayan biriyle karşılaştıklarında vardıkları sonucu yeniden gözden geçirme gereği duyuyorlar.
Televizyon erkanlarına gelince durum daha da vahim… Yaşamlarının tümü fesatla örülü olan kişiler, önce istikrarlı programlarla kamuoyu üretme düzeyine ulaştırılıyor. Ardından söz konusu kişilerin kamuoyu gücü, daha doğrusu “oy kitlesi” bulunduğu gerekçesiyle o kişilerin önü sınırsızca açılıyor, devletin en üst düzey yöneticileri onların programlarına konuk olup onları açıkça ödüllendirebiliyor.
Bir kişi düşünün ki yaşamının neredeyse tamamını nikâhsız yaşayarak geçirmiş ve o şekilde yaşamaya devam ediyor. Ama kendisine tanınan imkânlarla neredeyse Hıristiyanvari bir “kurtarıcı melek” rolünü oynayabiliyor.
Bu tür tipler her gün toplumun en dip insanlarını ekranlara çıkararak düşük yaşam tarzlarını bütün kirleriyle Türkiye`ye duyuruyorlar.
Bunu yapanlar, emin olun ki toplum psikolojisini gayet iyi biliyorlar. Zira ahlak konusunda bir durumun aleyhindeki sürekli yayının bile aslında lehine döndüğünü, ahlaka hizmet etme iddiasında olanların aslında ahlaksızlığı bu yolla bilerek yaydıkları biliniyor. Bunlar şüyuu, vuukundan beter olayları aktarırken ne yaptıklarının farkındadırlar. Basit bir sosyoloji bilgisi olan herkes, bu gerçeği fark edecek de ekranları ellerinde bulunduran güçler mi fark etmeyecek?
Islahta esas olan iyi örnektir, kötü örnek sadece konu anlaşılsın diye verilir. Kötü örnek esas haline geldiğinde yayılacak olan iyilik değil, kötülüktür.
Belli bir kitleye seslenen, kısık nefesli İslamî hizmetler, gün boyu bu yayınlar tarafından kurşuna tutuluyor. Dolayısıyla mevcut durumda dengesiz bir mücadele vardır, bir “ölçüsüz güç kullanımı” söz konusudur. İslamî hizmetlerin etkisiz kalmamakla birlikte, bu zıvanadan çıkmış güç sahipleri karşısında yakın bir süreçte büyük bir toplumsal değişim oluşturması mümkün değildir.
İslamî hizmetlere karşı söz konusu kampanyayı yürütenler, bu hizmetlerin değişim oluşturma ihtimalinden değil, varlığından ürküyorlar. Onların bu ürküntüsüne bakarak İslamî hizmetlerin değişim oluşturabilecek düzeye ulaştığı zannına kapılmak, seferberlik hâlinden kurumsal hizmet hâli moduna geçmek büyük bir vebale yol açar.