İslam`ın bir yanı fikriyat, diğer yanı hissiyattır. Fikriyat, ilmî birikimden, aklı ikna eden delilerden oluşur. His ise kalple ilgili, ikna ile değil, tatminle ilgilidir.

Toplumun sınırlı bir kesimi, fikriyatla ilgilidir. Toplum içinde çok az kişi, dine yönelirken dinî araştırmalara, aklî delillere yönelir. Büyük çoğunluk ise hissiyat arar, kalbî tatmin peşinde olur. Kalbi tatmin olduğunda İslamî bir yaşama yönelir ve eskilerin ifadesiyle “sireti” güzel bir Müslüman olur.

Dinle ilgili fikriyat, ilim kurumlarında ve ilmî meclislerde konuşulur. O kurumların sayılı mensubu, o meclislerin sayılı müdavimi vardır. Onlar uzunca tartışır, peş peşe deliller getirerek avama sıkıcı gelecek bir üslupla hakkı bulmaya ve göstermeye çalışırlar.

Çoğu zaman onların halka söyleyecek bir şeyleri yoktur. Yöremizin alimlerini hatırlıyorum. Sorduğunuz hiçbir soruya, velev cevabı çok iyi bilseler de önlerine 3-5 kitap koymadan cevap vermezlerdi. İlmî üslupları gayet sağlamdı. Önce farklı görüşleri tek tek aktarır, ardından kanaatimce diye başlayarak sorunun cevabı şudur veya getirdiğiniz problemin çözümü budur, diye cevap verirler, sözlerini “Allahu a`lem (En iyisini Allah bilir)” diye de bitirirlerdi.

Ama o devasa alimler Cuma günü hutbe öncesinde halka vaaz vermek istediklerinde üç cümleyi peş peşe getirmezlerdi. Dolayısıyla vaaz etmek yerine çoğu zaman “Çocuklarınıza namaz kıldırın, birbirinize kötülük etmeyin!” gibi bir dizi emir verir, halkı etkili konuşmalarıyla değil, toplum önderlikleri konumları ile yönlendirirlerdi. Halk da vaazdan sonra birbirine “Duymadınız mı Seyda çocuklarınıza namaz kıldırın! Birbirinize kötülük etmeyin, dedi” der, vaazı günlük hayatında uygulamaya çalışırdı.

Din, okullaşma ve sosyalist ideolojinin istilası karşısında arka plana düştüğünde bu tür alimlerin öğretileri havada kaldı, halk onları dinlediyse de söylediklerini yok saydı, onlara da toplumdan şikayet etmek kaldı.

Dinin garipleştiği o ortamda dolu bir içerikle konuşanlar değil, etkili konuşanlar halkı etkiledi, halkın günlük yaşamını biçimlendirdi.

Türkiye geneli açısından da 1970-1980`li yıllar, Allah rahmet eylesin Timurtaş Hoca gibi vaizler, camileri, konferans salonlarını inim inim inleterek vaaz verdiler, yeri geldi ağladılar, ağlattılar. Eskinin yüz medrese hocasının, on ilahiyat profesörünün on yılda yapamadığını bazen tek vaazla başardılar. İslamî yaşam tarzının oluşması, sağlamlaşması ve devamı için tarihi hizmetler yaptılar.

19. yüzyılın pozitivizmi İslamî ilimlerle uğraşanları da fena hâlde etkiledi. Âlimlerimiz sahada etkili oldukça bu tür vaazlar azaldı. Neticede ilmî araştırmalar geçmiştekiyle karşılaştırılmayacak kadar arttı, artıyor ama toplumun bir kesimi de İslamî yaşam tarzından uzaklaşıyor. Geriye bir kez daha alimlerimizin yakınması, şikayeti kalıyor.

Alimlerimiz ortama bakıp bozulmanın analizini yapıyor, sebebi kendi dışlarında arayarak bozulmayı zenginliğin artmasıyla nefsin coşmasına, coşan nefsin medya ve sosyal medya üzerinden propaganda imkânı bulmasına bağlıyor.

Mantıken haklı gibi görünürler ama hakikatte haksızlar. Zenginliğin artması durumunda dindarlığın zayıflayacağını düşünmek aslında bir tür kadercilik/cebriyeciliktir. İnsan iradesinin çok önemsendiği iddiasını taşıyan bu çağda bireyin iradesini çağın gelişmeleri karşısında yok saymaktır, insanın gelişmeler karşısında teslimiyete mahkûm olduğunu öne sürmektir. Ki bu, İslam`ın kader anlayışına da insanın gerçekliğine de aykırıdır.

Toplum, coşkuyla nefsani arzulara yönelmiştir. İnsan, coşkuyla bir tarafa yöneldiğinde oradan kısmen akıl ama daha çok coşkuyla döndürülebilir. İlim, tarihin bütün evrelerinde toplumu ıslahta tek başına yeteri kadar etkili olmamıştır. Toplumsal ıslah, her zaman coşkulu vaizlere ihtiyaç duymuştur.

Vaiz bir halk ozanı gibidir, bilgiyi kendi prizmasından geçirerek aktarır. Geçmişi bugüne, bugünü geçmişe taşıyarak ifade eder. Bunun için hikâyelerden, menkıbelerden istifade eder. Söyledikleri hüküm içermediği sürece onun her söylediğinin sahih olması beklenmeyeceği gibi onun metinleri olduğu gibi aktarması da beklenemez. Vaiz kürsüde sahabe hayatını anlatırken Hz. Ömer`in Ebû Cehil`e “Ulan eşek oğlu eşek” dediğini söyleyebilir. O gün elbette böyle bir hitap tarzı yoktur. Vaiz Hz. Ömer`in öfkesini duygu dünyasında tefsir etmiş ve onu kendince aktarmıştır, halkın geneli de zaten bunun farkındadır.

Onu tashih etmek, adına her konuşmasında sözünü kesip coşkusunu kırmak ilim adına yapılsa da cehalettir. Zira ilmin aranacağı yer vaizin kürsüsü değil, alimin makamıdır. Bu gerçeklik bilindikten sonra vaizin hatalarının bir mahsuru yoktur.

Son bir iki yılda ilmî araştırmaların ve âlimlerin ekranlarda yer bulma imkânlarının artmasıyla vaizlere duyulan ilgi azaldı. Ama aynı zamanda vaizler, ortamın İslamî hizmetler lehinde olduğunun düşünüldüğü bu süreçte her sözleri akıl ve sahihlik kriterleriyle ölçülerek ötekileştirildi, aşağılandı, bezdirildi ve nihayetinde susturuldu.

Çoğu zaman alimlerin kötü niyetli kişilerin, İslam karşıtlarının eline İslam aleyhinde bir delil geçmesin diye içinde bulundukları bu durum etkili vaazı ekranlarda bitirdi. Camilerde ise Diyanet modern ilahiyat anlayışına yöneldiğinden bu tür vaazlar verilemiyor. Bir tür dolaylı yasak yaşanıyor.

Dinle toplum arasındaki bağda bir boşluk oluştu. Medya ve sosyal medya üzerinden nefisler coşturulurken toplumu heyecanla, coşkuyla uyaracak vaizler evlerine çekildi, sustu ya da vaazlarını küçük topluluklarla sınırlı tutuyor. 

Dinle toplum arasındaki köprünün yeniden işlevselleşmesi için vaaz kürsülerinin ağlayan ve ağlatan vaizlere ihtiyacı vardır.

İnsanların aşk adına ağladıkları, insanların ekonomik çıkarlarının zedelenmesi karşısında ağladıkları bir zamanda vaizlerin kitleleri manevi değerler için ağlatmalarının dolaylı olarak yasaklanması dengeleri bozmuştur, dengenin bozulduğu yerde toplumsal gidişat (siret) iyi olmaz, bu durumda akıl (!) ehline de hep şikayet kalır. Şikayet ise nihayetinde acziyettir.