Bilindiği üzere “sosyoloji”, Batı kökenli bir terim olarak “toplum bilimi” anlamındadır. Ama bir anlam kaymasıyla doğrudan doğruya “toplum” anlamında da kullanılmaktadır. Özellikle medya dilinde terimin “toplum” anlamında kullanıldığına sıkça rastlanmaktadır.
“Sosyolojiye uygun yönetim” de aslında “sosyoloji bilimine aykırı düşmeyen yönetim” anlamında iken doğrudan doğruya “toplumun taleplerine uygun yönetim” anlamında kullanılmaktadır.
İslam dünyası, 19. yüzyıldan itibaren yasalar açısından Batı`nın etkisine girdi. 20. Yüzyılda ise Müslümanlar için “çeviri yasalar” dönemi başladı. Bu yasalar, toplumsal durumumuz dikkate alınmadan olduğu gibi aktarıldı; başka bir toplum için üretilmiş yasalar, Müslüman topluma izah bile edilmeden olduğu gibi uygulandı.
20. yüzyılın sonlarına doğru bu uygulama aslında bir şekilde devam ederken yeni çeviri yasalar daha çok “çıkar” ile ifade edildi. Bu yöndeki her etkinlik “Müreffeh Avrupa`nın zenginliklerinden istifade için ona benzemek, Avrupa Birliği müktesebatına Avrupa`nın zenginliklerinden istifade için uyum sağlamak” şeklinde açıklandı.
Ancak 21. yüzyıl kendisini iyice hissettirip ve ABD`nin artık “Avrupa çağı”na son verip tam olarak “ABD çağı”na geçme adımları fiiliyata geçtikçe yasaların o şekilde izahı da karşılıksız kaldı. Tam da bu sırada ve aslında bunun için bugün tekrar “sosyolojiye uygun yönetim” ilgi görmeye başladı. Yeni bir yasal sürece geçilirken zihinler o anlayıştan yana işledi.
Yapılan doğru mudur?
Hayır!
Bir dizi yanlış düzenleme, toplum talep ediyor iddiasıyla, post-modern bir jakobenlikle uygulamaya konuyor.
Öncelikle bilmek gerekir: “Sosyolojiye uygun yönetim”, daha çok “ilkesel yönetim”in karşısına konmaktadır.
Toplumların tamamen durgunluk eğiliminde olduğu dönemlerde “sosyolojiye uygun yönetim”in tek ilke hâline gelmesi durumunda toplumun lehine olacak büyük adımların atılması imkânsızlaşır, ilerleme durur, toplum geri kalır.
Toplumların kontrol edilemeyen bir değişim sürecine girdiği dönemlerde ise “sosyolojiye uygun yönetim”, toplumun köklerinden kopmasına ve “dünyaya uyarak” nihayetinde bütün vasıflarından yoksun kalıp tükenmesine yol açar.
Mevzu bu doğrultuda değerlendirildiğinde;
19. ve 20. yüzyılda Batı yanlılığında sınır tanımayan seküler ilkeciliğe karşı “sosyolojiye uygun yönetim” çağrısında bulunmak İslamî kesimler açısından makuldü. O devirde toplum, istenmeyen bir durgunluk içinde bulunmasına rağmen bu çağrı yerindeydi.
Zira İslamî kesimlerin, İslamî olmakla ihyayı, tecdidi, terakkiyi ilke edindikleri malumdu. İslamî kesimlerin “sosyolojiye uygun yönetim”den kastının değişim gerçekleştirilirken durgunluğu değil, toplumun inanç ve örfünün dikkate alınmasını talep ettikleri açıktı.
Bu çağrı, tutumlarda “bilimsellik” ve yönetimde “halkın iradesinin yönetime yansıtılması” iddiasıyla demokratlık iddiasındaki Batıcıların da çelişkilerini fena hâlde ortaya koyuyor. Onların ilerlemeyi, bilimselliği, halkın refahını değil, Batılılaşmayı gaye edindiklerini ortaya koyuyor, onların Batı ile geliştirdikleri gayri meşru ilişkiyi teşhir ediyordu.
Batı`yı taklit eden yasaların, “çıkar”la izah edildiği ve toplumun gözlenebilir bir dinamizm içinde olduğu yakın dönemde de yine “sosyolojiye uygun yönetim”, makul bir çağrıydı. Zira toplum, dinamikleşmişse de henüz inanç ve örfü konusunda kontrolünü kaybetme problemiyle karşı karşıya değildi. Toplum, inanç ve örf konusunda hassasiyetlere sahipti; “Batı`dan çıkar koparma hırsıyla yasal düzenlemeler yapma” hırsına karşı bu hassasiyetten istifade yerindeydi.
Nitekim tamamen Avrupa Birliği müktesebatı çerçevesinde çıkarılan Aile Yasaları`ndan toplumun önemli bir kesimi rahatsız olmuştur. Bu rahatsızlığın bu yasaları değiştirecek bir tepkiye dönüştürülmesi anlamlıdır.
Ancak, medyanın sosyal medya ile desteklenip toplumsal kontrolün kaçırıldığı yeni dünyada “sosyolojiye uygun yönetim” artık değişim yönünde ilkesizlik, sınırsızlık gibi bir anlam barındırabilir.
Bugün toplum, sınır tanımayan değişim talepleri karşısında köklerini korumak isteyen güçlerin kontrol edemediği bir dinamizme teslim olmuş durumda.
Geçmişin sosyolojisi, toplum anlamında, durgun iken bugünün sosyolojisi her gün medya ve sosyal medya üzerinden değiştirilmekte; sosyoloji, doğal rüzgarlarla değil, teknolojiyle çalışan pervanelerle cebren estirilen rüzgarlara göre yön değiştirmektedir.
Medya ve sosyal medya, bir anda harekete geçirilerek toplum kabullere sürüklenmektedir. Toplum, o kabulün onu nelerden kopardığını ve onu nerelere götürdüğünü düşünme fırsatı bulmamaktadır. Geçirdiği değişim, savunduğu ve tatbik ettiği yeni ilkeler inancına uygun mudur, değil midir, dünya ve ahretini olumlu mu olumsuz mu etkileyecektir? Çoğu zaman şuur ehli olarak bilinen kimseler bile değişimin baş döndürmesinden dolayı bunu fark etmemektedir.
Nitekim 18 yaşını doldurmuş ve artık reşit olduklarından şüphe kalmayan gençlerin bile evlenmesini erken bulan dindar şahsiyetler bulunabilmektedir. Onlara görüşlerinin gerekçesi sorulduğunda “Onlar henüz çocuk!” cevabını verebilmekteler. O şahsiyetler, “Neye göre, kime göre, hangi inanca göre çocuk?” soruları karşısında bile kendilerine gelemeyecek kadar kendilerini değişime kaptırmış olabilmekteler.
Açıkçası biz artık sabit (statik) sosyoloji ile değil, her gün üretilen, dinamik kelimesinin bile artık anlatamadığı, ilkesiz, sabitleri ile bağını kaybetmiş “günlükçü bir sosyoloji” ile karşı karşıyayız.
Bu “günlükçü sosyoloji” karşısında artık “sosyolojiye uygun/toplumsal talepleri yansıtan yönetim, yasal süreç” çağrısı yerine birey ve toplumun manevi ve maddi menfaatine uygun yönetim, yasal süreç çağrısında bulunmak daha makuldür, devletin de toplumun da yararınadır.
Zira toplumu, bu her gün üretilen durumdan uzaklaştırmak, “moda”dan uzaklaştırmak kadar mukaddestir.
Bu üretilmiş duruma uygun düzenlemelere karşı çıkmak, kulu kula kul etmeye karşı çıkmanın ta kendisidir.
Zira bu üretilmiş durumla beşerin beşeri yönetmesi değil, beşerin bir başka grup beşere, çağın iktidarını elinde bulunduran mahzenlerdeki ecnebi beşere abd olması, kendisini tamamen onların terbiyesine terk etmesi söz konusudur.
Bugün yaşadıklarımız asrın alimlerini haklı çıkarmış ve çağrının özüne İlahî ahkamı koymanın doğruluğunu, zaruretini bir kez daha göstermiştir. Yapılacak olan sadece hikmeti göz ardı etmemektir. Mukaddes bir çağrıyı cahilce ifade etmemektir.
İslamî ihya ve tecdide karşı, önümüze “mutlak doğruluk” safsatasıyla katı bir özcülük, geçmişçilik koyanlar, içimizde bulunan bu tür eğilimleri teşvik edip destekleyenler, bizi bugün böyle bir ilkesizliğe sürüklemek isteyenlerin ta kendileridir, bizi köleleştirmek isteyenlerdir. Onlara karşı durmak gerektiği gibi, katı özcülüğe, geçmişçiliğe karşı da durmak İlahî ahkamın insan ilişkilerine hakim olması açısından elzemdir.