Dünya kendi gidişatı içinde yol alırken Türkiye`de gözden kaçan bir travma yaşanıyor. “Cinnet geçirdiği” ifade edilen kişiler, ailelerini katlediyorlar.

Bir zamanlar Ankara`da bir profesör çocuğu annesini öldürmüştü de bütün Türkiye günlerce konuşmuştu.

Ama son bir hafta içinde Aydın ve Adıyaman`da beşer kişi namlularını kendi ailelerine yönelten kişiler tarafından katledildi.  Yaşamın hızlı akışı içinde her iki olay da üzerinden bir hafta geçmeden unutuldu.

Unutulması iyi mi kötü mü? Başlı başına bir mevzu…

Bu vakalar, toplumun gündem etmesiyle yaşanmayacak değildir. Yapılması gereken, bu tür olayların nasıl oldu da bizde artık rutinleştiğidir.

Düne kadar intiharları konuşuyorduk. Şimdi, kendisiyle birlikte ailesini de katledenlerden söz ediyoruz.

Bizde dün intihar var mıydı?

İstisnanın istisnasıydı.

Dün cinnet geçirip namluyu aile fertlerine çevirmek var mıydı?

Asla…

Bu ülkenin tarihinde bu tür vakalar belki çeyrek asırda bir olmamıştır.

O hâlde nasıl oldu da önce intihar vakaları yaygınlaştı, sonra Amerikan tipi cinnet…

İntihar, çağdaş Avrupa toplumunun rutin vakalarındandır, çağdaş Avrupa`da bir olgudur. Bir dönem Avrupa`nın adeta modasıydı.

Cinnet ise daha çok ABD`de toplumun bir rutinidir, ABD`de bir olgudur. ABD, gün aşırı bir cinnet vakasıyla sarsılıyor.

“Buna bakarak genel anlamda, biz Avrupa toplumundan ABD toplumunu taklide doğru bir seyir mi izliyoruz?”  Diye sormayı akıl edecek, kapsayıcı ve gerçekliğimiz içinde oluşmuş bir sosyoloji merakına, sosyoloji araştırmasına ihtiyacımız vardır.
Mesele gerçekten bizim açımızdan Avrupa toplumuna uymaktan, ABD toplumuna uymaya doğru bir toplumsal dönüşümle ilgili midir?

Bu, sosyal bilimlerin tamamını aynı anda ilgilendirir.

Tarih, psikoloji, sosyoloji bir arada çalışarak bizi bu konuda doğru tespite götürebilir.

Ne yazık ki bu yönde bir dayanışma yok.

Toplumsal yapımız çokça değiştiği hâlde konu hâlâ taklit içinde 20. yüzyıl Avrupa mantığıyla anlaşılmaya çalışılıyor.

Derinleşmesine ve genişlemesine hiçbir araştırma yapılmadan toplumu ilgilendiren bu tür vakalar, “tek noktaya bakan” psikologlara bırakılıyor.

Psikologlar, 20. yüzyılın insan bilimleri zihniyeti içinde meseleyi sözde “çağdaş bilimin ışığı”nda anlamaya çalıştıkça vaka sayısı artıyor.

Sosyolojinin bile dışarıda bırakıldığı bu her şeyi birey etrafında açıklayan sakat anlayışın sürdürülmesi anlaşılabilir gibi değildir.

Kendi gerçekliğimiz içinde İslamî ilimlerimizle haşir neşir psikoloji, sosyoloji bilimleri oluşturabilirsek en azından sorunları anlama imkânımız olacaktır.

Bu tür vakalarla karşılaştıkça Batı`nın artık geride kalmış psikolog ve sosyologlarının eserlerine sarılan saha psikolog ve sosyologları sorunlarımızı çözemezler. Aksine sorunlarımızı büyütürler.

Onların sayısı arttıkça onlarla ilgili vakalarımızın sayısı da artıyor.

Özetle, Batı güzergâhında yol alışın bütün sahalarda sorgulanması elzemdir.