Tarikat eleştirisi son iki yüzyıl İslam dünyasının rutin bir hâli, buna 1950`li yıllardan bu yana cemaat eleştirisi de eklendi.

28 Şubat sürecinde Türkiye`de bu düşmanlık doruk yapmıştı. Bugünlerde bir kez daha doruk yapmak üzeredir.

Neden?
Çünkü 15 Temmuz Zaferi, bazı çevrelerde Batı`nın hesabını bozma yönünde bir ürküntü oluşturmuştur. Batı`nın işlerini yürütenler, 15 Temmuz Zaferi`ne vesile olanları nasıl sindireceklerini izah edememektedirler. Post-modern bir anlayışla oluşturdukları renkli çözümler dahi işlevsiz kalmaktadır.

Tarikat ve cemaatlerin kusurları yok mudur? Vardır.

Her şeyden önce İslam tarihinin bir Adiyy b. Misafir ve Bektaşîlik vakaları vardır. Adiyy bin Misafir, Şeyh Abdulkadir-i Geylanî`nin dostu ve katı bir Hambelî zahidiydi. Yaşadığı problemler onu Şengal Dağları`na getirdi. Orada etrafında toplanan zahidlerin arasına Zerdüştlüğün/Mecusilîğin farklı kollarından kişiler karıştı, yapının gizemi, Adiyy`nin güzel hizmetlerini saklarken o art niyetli kişileri de sakladı, kontrol edilemeyen bu yapı Şeytanı kutsayan Yezidîlik gibi bir din ortaya çıkardı.

Bektaşîlik, Osmanlı`nın gazilik üzerine bina edilmiş Avrupa fetihlerinin enerjisini üreten bir kurumdu. Kurum, o kadar iş görmüştü ki Osmanlı, devşirme çocukların Müslümanlaştırılıp yeniçeri olarak yetiştirilme işini de kısmen ona vermiştir. Ancak araya karışan ve İslam öncesi inançlardan izler taşıyan kişiler, içki içmeyi günah saymayan, namaz kılmayı hafife alan bir yapının ortaya çıkmasına yol açtılar.

Bektaşîliğin bu yapısı, Balkanlarda İslam`ın yayılması konusunda üzerinde durulması gereken engeller oluşturmuştur. Bektaşîlik, İslam`ın Balkanlardaki en kalabalık kitlesini oluşturan Arnavutların Sosyalistleşmesinde önemli bir rol oynadığı gibi Türkiye`de de Sosyalizm için kitlesel bir zemin teşkil etti.

Ama galiba tahrif edilmiş Bektaşîliğin en büyük mahsuru, Osmanlı`nın İslam ölçüleri içerisinde kendi modernini üretmesini engellemekte kendini göstermiştir. Zira Bektaşîlik, yeniçeri bağlamında Osmanlı`nın ihyasını engellerken aynı zamanda günün gerçekliğine uygun İslamî çözümler yerine Batıcı çözümler öneren kişilerin de yetişmesinde pay sahibidir.

Bu iki tecrübe, bizim bu hususları konuşurken dikkatli olmamız için yeterli olmalıdır.

Ne var ki tarikat ve cemaat eleştirisini düşmanlık boyutuna vardıranların sorunu İslam`ı bu mahsurlardan korumak değildir.

19. yüzyılda Hindistan`dan Batı Afrika`ya kadar Batı istilasının uğradığı her yerde istilaya karşı savaş şu veya bu tarikat tarafından verilmiştir.

Batı, buna karşı üç tarz mücadele geliştirmiştir: İngiliz, Fransız ve Sovyet tarzları.

İngiliz tarzı, soruna İslam içinde çözüm bulma üzerine gelişmiştir. İngilizler, istilaya karşı cihadı ön gören sahih yaklaşımdan rahatsız olmuşlardır. Ona karşı cihadı ön görmeyen bir İslam anlayışını desteklemeye çalışmışlardır. Ancak İngilizlerin bu sahadaki asıl faaliyeti bu değildir. İngilizler, istilaya karşı etkisiz, Müslümanları ise bölmede etkin bir renklilik oluşturmayı en büyük strateji edinmişlerdir. Bu, aslında İslam`a karşı henüz iyi tetkik edilmeyen post-modern mücadelenin de esaslarını oluşturmuştur. İngilizler, post-modern anlayışla bizim “sahih İslam” olarak gördüğümüz fikirleri dahi eğer Müslümanlar arasında bölünmeye yol açıp istila karşıtı mücadeleye zarar verecekse desteklemekten geri durmamışlardır. Bununla İslam dünyasında Haçlı Seferlerinden önce Bizans karşıtı Ortodoksluğuyla Müslümanların yaşadığı çokbaşlılık ve esasa sadık kalma adına ayrı durmayı kutsama tarihsel tecrübesi üzerine bina etmişlerdir.  

İngilizler için esas olan, istila karşısında toplum zeminine inebilen bir yapının olmamasıdır. İngilizler, karşılarında toplum zeminine inebilen güç olarak tarikatları bulunca tarikatları yıpratacak, ortadan kaldıracak her tür fikri, eylemi desteklemişlerdir. Bunun için tarikatların bidatlere sapmış olmasından ya da şeyhin kişisel çıkarına alet edilmesinden de genişçe istifade etmişlerdir. Onlar için önemli olan ürettikleri fikrin İslam`a uygun olup olmaması değil, istila karşıtı mücadeleyi zayıflatmasıdır. 

Fransız tipi İslam`la mücadelenin esasını ilk dönemde laik milliyetçilik oluşturmuştur. Bu mücadele tarzı, 20. Yüzyılın ilk çeyreğinden sonra sosyalizmle sentezlenmiş, ulusalcı sosyalizme evirilmiştir. Daha çok Yahudi teorisyenler tarafından üretilen Fransız tipi mücadele, ulusalcı sosyalizme birlikte İslamî yapılara karşı yasakçı, işkenceci bir zihniyet üretmiştir.

Hiçbir özgünlüğü olmayan İslam`a karşı Sovyet tipi mücadele yasaklama, işkence, hapis ve katil üzerine kurulmuş; zamanla Fransız tipi mücadele ile bütünleşmiştir.

Bu mücadele tarzları, İslam`ın yayılmasına karşı aciz kalmışlarsa da İslam dünyasında hâlâ kimi noktalarda farklı şekillerde varlıklarını sürdürüyorlar, kimi zaman sinerken kimi zaman seslerini daha çok duyurabiliyorlar.  

ABD, 11 Eylül olayından sonra bu mücadele tarzlarının tümünü sentezleyerek İslam`a karşı bir mücadele tarzı geliştirmek için uğraş vermekte ve bu tarzı dünyaya dayatmaktadır. ABD`nin en çok üzerinde durduğu yöntem ise Graham Fuller`in hiçbir İslamî hareketin baş edemediğini belirttiği dezenformasyondur. İslamî hareketler her tür sıkıntıya dayandılar ama dezenformasyonun yıpratıcı etkisinden kendilerini uzaklaştıramadılar.

İngilizlerin kendileri ile en çok mücadele eden hareketlerin aslında İngilizler tarafından kurulduğuna dair yaydığı haberler, İslamî hareketlerin en büyü handikabını oluşturabilmiştir. Ulusalcı sosyalist yapılar, bu haberlerle halkı aldatmışlar ve İslamî hareketleri istila karşıtı mücadelesinden uzaklaştırmışlardır. Neticede kazanan istilacı güçler olmuştur.

İslam dünyasında ortaya çıkan bazı sapmaların bir kısmı insan tabiatının bir karşılığı iken bir kısmı da İslam`a karşı verilen mücadeleyi kolaylaştırmak için üretilmektedir.

Tarihin hiçbir aşamasında dansöz oynatan birine “Hoca” denmemiştir. Bu, İslam`la alay etmektir. Trump, ne kadar Marksist ise bu tür tipler o kadar Hocadır, tarikattır, cemaattir. Bu, herkesin kavrayabileceği kadar basittir.

Ne var ki ABD, son dönemde sosyalist kesimleri kendi kültür kanadı gibi kullanmakta, buna İngilizlerin İslam dünyasındaki üretimlerini de katmakta ve İslam`a karşı mücadele için onlardan istifade etmektedir. İşlerini kolaylaştırmak için de onlar için üretimler yapmakta, bu üretimleri medya ve sosyal medya üzerinden önce kamuya duyurmakta, onların İslam`la anılmasını sağlamakta, ardından onlar üzerinden İslam`ı vurmaktadır. Halk pazarlarına bomba koyanlar üzerinden İslam`ı yıpratmakta başarılı olmayanlar ekranlara kadın koyarak başarılı olmaya çalışmışlardır.

Bunlara bakarak tarikat ve cemaat eleştirisi yapmak en hafif şekilde oyuna gelmektir. Zira yüce Allah, Kur`an-ı Kerim`de mü`minlere yönelik hitabını hep cemaat vav`ı ile yapmıştır, tek mü`mini asla muhatap almamıştır. Cemaatsiz bir İslam`ın tam bir İslam olması da İslam`ın cemaatsiz ayakta kalması da mümkün değildir.

Siyasi anlamda ise cemaatler, ilk günden bu yana İslam`ın bir tür siyasi partileridir ve İslam tarihinde hep var olmuşlardır. İslam, Katoliklik değildir, her şeyin tek renk hâlinde göründüğü bir toplum yapısı ön görmez.

Tarikatlar ise özellikle Müslümanların aşırı zenginleştiği dönemlerde zühdü cemaatsel bir etkinliğe dönüştürerek İslam dünyasını sapmalardan korumuşlardır.

Türkiye`nin zenginleştiği bir ortamda cemaat, tarikat düşmanlığı Türkiye`nin zenginleşmesini engellemeye dönük adımlar yönünde değerlendirmek gerekir. Zira bu zenginleşme zühdle desteklenmezse israfa ve tasarlanan büyük geleceğin kararmasına yol açar.

İslam`dan yana olup tarikat ve cemaat düşmanlığını iş haline getirmek, ben eğitimden yanayım deyip okulların açılmasına karşı olmak gibi bir şeydir.

Bazı entelektüellerin tarikat ve cemaat eleştirisi yapmalarına tahammül edilebilir hatta bu gereklidir de. Ama bunun örgütlü hâlde yapılması ve ABD`nin İslam`la mücadelesi bağlamında sergilenmesi bu ülkenin iyiliğine değildir.

İkisi arasındaki fark, tefrik edilmelidir.