Özgün bir seçim süreci yaşıyoruz.
Camileri ahıra çevirenler cami edebiyatı yapıyorlar.
Yıllar yılı tesettür düşmanlığı yapan CHP`nin adayı, başı örtülü annesi ve kız kardeşiyle görüşmelerini görüntüleyip teşhir ederek tesettüre nasıl da yakın (!) olduğunu duyuruyor.
Suriye`de ellerini kısmen geçirdikleri daracık bir coğrafyada Allah`ı inkâr etmeyi (ateizmi) eğitimin esası hâline getiren zihniyetin partisi HDP, başı örtülü kadınları otobüslerin üzerine çıkarıyor, onları vitrine taşıyor.
Yabancısı olduğumuz bir hâl mi? Değil, elbette…
Süleyman Demirel`in 1987`de Mardin şehir meydanına gelişini hatırlıyorum. Risale-i Nur talebesi olarak bilinen hatibi, Demirel`i kürsüye davet ederken “İyyâke na'budü ve iyyâke neste'în (Biz yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz!” ayet-i kerimesini okuyarak tarihi meydanı inletiyor. Demirel`in nasıl nûranî bir şahsiyet olduğunu kendince anlatıyordu. Demirel de kürsüye çıktığında Özal`ı hep dindarane ifadeler kullanarak yerden yere vurmuştu.
Demirel, o referandumun sonucunda siyasete geri geldi, ardından 1991 seçimleri ile işbaşına geçince 28 Şubat`a giden yolu açtı. “İyyâke na'budü ve iyyâke neste'în” (Biz yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz!) diyenlere kök söktürdü. Cumhurbaşkanı olunca işi o boyutlara ulaştırdı ki eski seçmeni Diyarbakırlı bir Risale-i Nur talebesinin kendisine başörtüsü mağduriyeti ile ilgili gönderdiği bir mektubu Devlet Güvenlik Mahkemesi`ne ihbar etti. Zavallı genç adam, yıllar yılı “Nurlu Süleyman” diye tanıttığı, methiyeler dizdiği Demirel`in maharetiyle dramatik bir yorumlamayla ceza aldı. Kanuna göre kamuya açılmayan bir düşünce suç sayılamazdı. Mahkeme, düşünce her ne kadar özel bir mektupta ifade edilmemişse de mektup sahibinin, Cumhurbaşkanına gönderilen bir mektubun önce ilgili memurlar tarafından okunduğunu bildiğine, dolayısıyla düşüncesini birkaç “kamu memuruna” açarak suç işlediğine hükmetmiş, Demirel hayranı Risale-i Nur talebesini fena cezalandırmıştı.
Cezayı alan şahıs, sonradan televizyon programları dahi yaptı; ama herhalde şoku atlamadığından konuyu doğru dürüst kamuoyuna bile taşımadı.
Biraz daha gerilere gidelim:
Türkiye`de İslam karşıtı modernleşmenin savunucuları köklerini hep Tanzimat Fermanı`na dayandırırlar.
Fazlasıyla haklılar. Ferman, iki yönden onların köklerini oluşturmuştur:
1. Batı`nın dayatmasıyla ilan edilmiş olması
2. Laikliğin ilk adımı olması.
Kuruluşundan itibaren bazı aksaklıklar taşısa ve bu aksaklıklar zamanla sapmaların tohumunu teşkil etmiş de olsa Osmanlı Devleti`nin temeli İslam`la yoğrulmuştur.
Tanzimat Fermanı, Batı`nın azınlıklarla ilgili dayattığı hükümlerle o İslamî temele dinamit koydu; siyasi alanda hiç kuşkusuz İslam`dan kopuşun yolunu açtı. “Oğlum bu işin yalnız bir çıkar yolu var. Günün birinde İngilizler mi olur, Fransızlar mı, Almanlar mı, herhâlde Düveli Muazzamadan biri gelip memlekete vaziyet edecek (ülkeyi istila edecek), bizi kafamıza vura vura insanlığa, medeniyete alıştıracak ve illâ felâ” diyen Yakup Kadri`nin Hikmet kahramanının babası misali devşirme babalar yetiştirdi.
İşte o ferman…
“Bismillahirrahmanirrahim
Tebâreke ellezî bi-yedihi`l-mülk ve hüve alâ külli şey`in kadîr” ayetiyle başlıyordu. Ardından sizlerin anlayacağı bir dille,
“Cümleye ma`lûm olduğu üzere Devlet-i Aliyyemiz`in ortaya çıkışından beri ahkâm-ı celîle-i Kur`âniyye ve kavânîn-i şer`iyyeye eksiksiz uyulduğundan saltanat-ı seniyyemizin gücü ve bütün halkının refah ve mutluluğu en üst dereceye ulaşmıştı. Ama yüz elli sene vardır ki, birbirlerini izleyen karışıklıklar ve çeşitli sebeplerle Şer`-i şerîfe ve faydalı kanunlara riayet edilmediğinden kuvvet ve mamûriyyetin yerini zaaf ve yoksulluk almıştır. Hâlbuki Kavânîn-i Şer`iyye ile yönetilmeyen devletlerin ayakta kalamayacağı açıktır.” ifadeleriyle devam ediyordu.
Bu ferman, İslam karşıtı modernizmin halka ulaşma karakterinin esasını oluşturuyor. O münafık karakter, bu fermandan sonra ne zaman İslam karşıtı bir adım atsa İslamî bir kisveyi kullanmıştır.
Nitekim 1908 darbesiyle İslam karşıtı modernizm projesini fiiliyata taşıyan İttihat ve Terakki, davasının İttihad-ı İslam olduğunu söylemiş; Sultan Abdülhamid`i devrin en büyük âlimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır`a yazdırdığı hal fetvasıyla tahttan indirmiştir. Yahudilerin mühendislik ve mimarlığını yaptığı partinin yayın organının adı da Şura-yı Ümmet idi.
1902`den 1929` a kadar yayında kalan Şura-yı Ümmet, ırkçılığın baş dergilerinden biriydi. Ümmet diye avlıyor, ardından ırkçılığın önüne atıyordu. Dergide kalemini İslam`a karşı kullanan kimler yazmamıştır ki?
Ateizmini açığa vurmakla kalmayıp Batılılaşmak için hâşâ Avrupa ve Amerika`dan erkek ithalinden bile söz edecek kadar aşırı giden Abdullah Cevdet de aynı dönemde İctihad adında bir dergi çıkarıyordu, kitap dizisinin adı da “Kütüphâne-i İctihad” idi.
O günlerde Sultan Abdülhamid`e eleştirilerini sıralarken,
“Ey riyâkar siyâsileri devr-i şûmun
Kâfirin na`mı ey ehl-i âsayı şevket
Sizlere maksud ise sulh ve refâh-ı ümmet
Saçarak beynine tığyan-ı firak ma`sumun
Hatar-ı âbad reh-i ma`siyete gitmeyiniz.”
diyor, İslamî terimler kullanıyordu. Ama aynı Abdullah Cevdet, 1928`de Mustafa Kemal`in emriyle, Fransız yazar Jean Meslier tarafından yazılan “Sağduyu Tanrısızlığın İlmihali” kitabını “Akl-i Selim” adı altında Türkçeye çevirmiş ve Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları arasında yayımlamıştır.
Bugün İslam karşıtı bir siyaset güderken halkı İslamî terimlerle avlayanların böyle bir tarihsel arka planı vardır. Bunlar o deneyimin sahiplerinin torunlarıdırlar. Ama bu deneyim artık yalnız değildir. Ona Graham Fuller gibi bütün deneyimlerini İslam dünyasını parçalama, dönüştürme ve istila etme üzerine edinenlerin kılavuzluğu eklenmiştir.
Fuller gibi Neo-Şarkiyatçılara göre İslamî kesimler, demokrasiyi kullanarak demokrasiyi yıkmaya çalışıyorlar.
Öyle anlaşılıyor ki bunların buna karşı buldukları çözüm, dinden söz ederek dini yıkmaktır.
Din, yok sayılarak siyaset yapılamaz. Dinsizler bile siyaset yaparken dini düşmanlık noktasında dikkate alarak siyaset yaparlar.
Bizde modern dönemde din ve siyaset arasındaki ilişkinin İslam karşıtı siyasetçilerin tutumları ile ilgili iki devresi vardır: İlki Tanzimat`la başlayan münafıklık devresidir. Yaklaşık seksen yıl süren o devirden sonra Abdullah Cevdet`in “Sağduyu Tanrısızlığın İlmihali” kitabını Türkçeye çevirdiği yıllarda açıktan bir İslam karşıtlığı devrine geçildi.
Bu ikinci devir planlandığı gibi iş görmedi ki 30 yılı bile bulmadan sonlandırıldı. Henüz 1940`larda münafıklık devrine geri dönüldü.
24 Haziran seçimleri propagandasında galiba bunun doruğunu yaşıyoruz. Ne var ki bugün, yüzyıl öncesinden çok farklıdır. Halk, çok şeyin farkında.
Kimsenin İslam karşıtlarının dinle ilgili süslü ifadelerine kandığı yok. Ne var ki çıkarı gereği o siyasetçilerle birlikte hareket edip onların bu sözlerinden eylemlerine fetva bulan sahtekârlar az değil.