Gerek son 20 yıla yayılan vaatler gerek son dört yılda, geçmiş dönemin adı, adaletsizlikle özdeşleşen isimlerinin mahkemelere sevk edilmesi adaletin sağlanması beklentisi oluşturdu. Ama aynı kişilere tanınan ayrıcalıklar ve diğer uygulamalar, sağlanması beklenen adaletin “sağ”laştığı, “sağ” bir renge büründüğü endişesini hak kazandırıyor

Adalet, bütün toplumların beklentisi ve bütün iktidarların iddiasıdır. Dünya tarihinde ne “ben, adalet istemiyorum” diyen bir toplum ne de “Ben, adaletsiz olacağım” diyen bir iktidar vardır.

Adalet iddiası, tek başına bir şey ifade etmez. Önemli olan, “adalet anlayışı” ve “adalet pratiği”dir.

Adalet, devletin bütün uygulamaları ile ilgili olsa da, adalet arayışı daha çok “yargı” ve onunla ilgili kurumlarda gözlenir. Dolayısıyla Adalet Bakanlığı`nın uygulamalarını doğrudan ilgilendirir.

TÜRKİYE`DA “SAĞ”  YANLIŞ BİLİNİYOR

Türkiye`de Batı`daki kavramların tercüme yoluyla ithali yüzünden, yanlış bir algı olarak, “Sağcı” olmakla dindar olmak, bir görülüyor.

“Sağ” kavramı, siyasi bir terim olarak, 1789`daki Fransız ihtilali sürecinde ortaya çıktı. İhtilâl öncesi Fransız Meclisi`nde Kilise ve Kral yanlıları sağ tarafta oturduğu için gelenek ve otorite (güç kullanımı) yanlıları “Sağ” diye bilindi. Nitekim İhtilalden sonra kralcılık karşıtları halka karşı otoriteyi savundukları için “Sağ” siyaseti onlar temsil eder oldu.

O günden bugüne, dünyada insan haklarına karşı otoriteden yana olanlar, sosyal adalete karşı zengin sınıfın çıkarlarını öncelleyenler, siyasi tavırlarını, tavizlerini Sol`un muhalefetine endeksleyenler (kendi siyasetlerine karşı Sol siyaseti alternatif olarak görenler) “Sağcı” diye bilinir oldu.

Dünyada Sağ`ın yüzü çirkindir. Amerikan Başkanı Reagen Sağcıydı, baba-oğul Bush`lar Sağcıydı, otoriteden yana olmasıyla Demir Leydi diye bilinen İngiltere Başbakanı Margret Teatcher Sağcıydı. Hitler Sağcıydı, Mussoloni Sağcıydı; Güney Amerika`nın en azılı dikattörleri Sağcıydı, Güney Asya`dan Filipinler`in diktatörleri Sağcıydı.

Türkiye`de Sağ çizgide siyaset yapanlar hep var olmuştur. Ama hangi parti olursa olsun veya hangi partide yer alırsa alsın Türkiye Sağı`nın karakteri şu cümlelerde kendisini gösterir:

“Millet, devlet için vardır.”

“Yeter ki devlete bir zarar gelmesin.” “İnsan hakları hikâye”

“Kürt de nereden çıktı? O zaman ben de Çerkezim diyeceğim. Türklük neyimize yetmez?”

“Benim memurum işini bilir.”

“Her mahalleye bir milyoner lâzım.”

“Fakir de az değil ha!” Onun kötülüklerini bir saysam...”

“İşveren işçinin velinimetidir” “Sendika, devlete millete zarar”

“Asmayalım da besleyelim mi?”

Bu sözlerden anlaşılacağı üzere hak-hukuk konusunda tamamen olumsuz bir çizgi üzerine oturan, otokrat Sağ, Türkiye`de “milliyetçilik” ve “geneleklere saygı” iddiasıyla halkın devlete sadık ve yoksul kesiminden geniş bir destek buldu. Törenlerini, düğünlerini İngiliz burjuvazisini geride bırakan bir şa`şaayla yapan Sağcı politikacılar, halkı aldatarak “geleneğin sahibi-koruyucusu” olarak tanındı, milyonları oyuna getirerek oylarını aldı.

Türkiye`de Sağcılık, çoğu valilik yapmış bir kısım bürokratın, köy ağalarının, fabrika ağalarının ve babalarının toplum nezdinde kazandığı sevgiyi dünyalıkları için kullanan kimi “din adamı” çocuklarının bir koalisyonu olarak siyasette yer aldı. Sol korkusu, halkı kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen bu otorite düşkünlerinin yanına sevk etti.

İSLAMİ KESİMLER                           SAĞA DA KARŞI DURDU

Türkiye`de gelenekle ilişkisinden dolayı kendisini Sağcı görenlerin bir kısmı dindar olsa da şuurlu Müslümanlar kendilerini hiçir zaman “Sağcı” diye tanımlamadı. Aksine Sol`un otoritesine, din karşıtlığına ne kadar karşı çıktıysa Sağ`ın otorite düşkünlüğüne, sosyal adalet karşıtlığına ve dini “kültürel bir şey” olarak gören anlayışına da o kadar karşı durdu. “Ne Sağcıyız ne Solcu Müslümanız Müslüman” ya da daha kafiyeli bir söyleyişle “Ne sağcıyız ne Solcu, İslamcıyız” “İslamcı” sloganları yıllarca meydanları inletti.

Refah Partisi yöneticilerinden merhum Bahri Zengin, İslami duruşun Sağcılıkla karıştırılmasına karşı düzenli bir mücadele verdi. Özellikle 90`lı yıllarda Refah Partisi mitinglerinde Sağ`ın siyaset ve adalet anlayışı reddedildi, ona alternatif, ona karşı bir dil kullanıldı. Halk desteği de bu dille sağlandı; bu dil, bu çizgiyi önce iktidar ortağı sonra iktidar yaptı.

Bahri Zengin, 80`li yılların biraz da maksadı aşan diliyle “Hacı-Ağa dindarlığı” dediği Sağ dindarlığı, “kendi merkezli” bir dindarlık olarak tanımlıyordu. Ona göre Sağcı ağa ve Anadolu hacısı, Kur`an`a şeklen saygı duyar, namazı önemser ama devlet yönetiminde İslam`ın adaletini devletin geleceği için kuşkuyla karşılar; İslam`ın sosyal adaletini, faiz karşıtlığını ekonomi için tehdit olarak görür; onun için “Sakın ha!” der; ondan yana olanları en az Komünistler kadar düşman bilir. (Bu düşünceler, bugün için uç gibi görünse de ne yazık ki geçmişin bir gerçeğiydi.)

Ak Parti sürecinde Başbakan Erdoğan, sağ oylara talip olsa da Sağ`ın klasik anlayışını hep eleştirdi; onun otoriterliğine karşı “Halk için varız. Devlet, millet için vardır” dedi; Sağ`ın ekonomi anlayışına karşı sosyal adaleti öne çıkardı, bu yönde fonlar geliştirdi.

SAĞ OTORİTERLİĞİ SON MU BULDU?

Son dönemle ilgili yapılacak bir değerlendirmede aşağıdakilerden her biri “Sağ”a kayışı gösteren bir işaret olmaya değer değil mi?

Bedelli askerlik uygulamasının devam etmesi ve para cezalarının yaygınlaştırılması, Batı Sağ`ındaki “Varlıklı sınıf, kimi hizmetlerden ve cezalardan muaftır” ilkesinin Türkçe tercümesi değil midir? Batı`da olunca “Sağ” oluyor da Türkiye`de olunca ona başka bir ad mı vermek gerekir?

Mehmet Haberal ve benzerleri bir koruma ordusu eşliğinde yakınlarının cenaze törenlerine götürülürken hiçbir güvenlik riski olmayan hükümlüler bu haktan yararlandırılmıyor. Batı Sağı`nın bilinçaltında bu durum “Yasalar, kişilerin sınıfına göre uygulanır” şeklinde yer almıyor mu? Bu, sınıfçılık değilse sınıfçılık nedir?

Hangi haksızlığa uğrarsanız uğrayın, elinizde hangi medya imkânları olursa olsun Sol kesime mensup olmayınca “Kamuoyu” kabul edilmiyorsunuz, sesiniz ciddiye alınmıyor. Bu, insan haklarını Sola havale eden Batı Sağı`nın yaygın tutumu değil mi?

Tutuklu ve hükümlülere yönelik iyileştirici uygulamalar “hırsızlık, soygun, tecavüz” gibi suçlardan hüküm giyenleri kapsarken, siyasi hükümlü ve tutuklular, hertür  iyileştirici uygulama dışında tutuluyor.

“Hırsızlık, soygun” gibi suçlardan hüküm giyenler, hastalık durumunda Cumharbaşkanı affından yararlandırılırken bir iki Solcu mahkum dışında son dönemde hiçbir siyasi hükümlü, belden aşağı felçli de olsa bu aftan yararlandırılmadı.

Batı`dan da farklı olarak siyasi hükümlülere yönelik daha ağır bir hüküm infazı uygulanıyor.

Bu, Sağ eğitimin siyasi hükümleri “vatan haini” sınıfında görüp her tür haktan yoksun bırakan yaklaşımının ta kendisi değil mi?

“İşçi sendikası” kavramı günden güne ölüyor. Asgari ücret üzerinden çalıştırılan milyonlarca işçi meslek örgütü temsilinden yoksun bırakılıyor.

Bu, Sağ`ın işçi karşıtı karakterinin bir yansıması olarak görülse yanlış bir değerlendirme mi yapılmış olur?

Bu başlıklar daha da artırılabilir. Ve neredeyse her alanda...

“DEĞİŞİM ŞİMDİ DEĞİLSE NE ZAMAN?

Otoriteye sahip olmak için

1.Otorite Kurma isteği

2. Otorite kurma gücü gerekiyor.

Sağ, hem yapısı gereği tahakküm kurma eğilimindedir hem de bu eğilimini pratiğe dökme gücüne sahiptir. Bu iki unsur bir araya gelince onun tahakkümünü engellemek için, Başbakan Erdoğan veya Adalet Bakanı Sadullah Ergin`in hayatlarının hiçbir döneminde kendilerini Sağcı olarak görmemeleri yetmez; Sağ`ın tahakkümünü sürdürme ve güçlendirme çabasına karşı tedbir de gerekiyor. Ne var ki böyle bir tedbir görünmüyor. Daha doğrusu “Hükümet, geçmişin uygulamaları kendisine dokunuyorsa onları “Adaletsiz karar” sınıfına alıyor, onlara karşı tedbir geliştiriyor. O uygulamalar, kendisiyle ilgili ise onlara “mutlak adalet”in ürünü gibi bakıp onlara müdahele için “Asla” der gibi bir görünüm var.

“Geçiş dönemleri” eski-yeni karışımıdır, düzelir, denebilir. Kısmen doğrudur. Ama geçiş dönemlerinde tedbir alınmayan pek çok yanlışın sonraki dönemde kalıcılaştığı da doğrudur.

Bu sorunlar, sadece adam değiştirmeyle de köklü olarak çözülemez. Kanunlar eskidir, zihniyet de eski. Memur, kanunu uygular. Namazdan dönüp hüküm makamına geçtiğinde bakacağı, Kur`an ve sünnet değil; anayasa ve yasalardır. Aldığı eğitim de içinde bulunduğu koşullar da, inancı ne olursa olsun, onu böyle seküler bir tutuma yönlendirir.

“Değişim”, adalete yansımazsa toplum va`d edilen adaletin bu olduğu yanılgısına sürüklenecek. Oysa bu ne va`d edilen adalettir ne de özlenen adalet...

Eğitim alanındaki gelişmeler  gülünç gelebilir ama İstanbul Şehir Tiyatrosu`ndaki kadroya atamalar, hükümetin değişim konusunda cesaretlendiğinin açık delilidir. O tür kurumlar hem Sağ`ın hem Sol`un ayrıcalıklı gördüğü sınıfın çayırı gibidir. Belediye 20 yıla yaklaşan iktidarında oraları resmen onlara bıraktı. Onların Batı kamuoyuna karşı susmaları için kültür adı altında ideooljik ve ahlâki düzeylerini sergilemelerine izin verdi. İstanbul Belediyesi`nin bu duruma nihayet son vermesi Hükümetin “Batı`nın tepkisini” endişesini aştığını gösterir.

Bu süreçte bile bir değişim olmazsa “beklenen adalet” yerine Sağ adaletin yeni döneme damgasını vurması uzak bir ihtimal değildir.

Ve en kötüsü bu “Sağ” adaletin “özlenen adalet”, ya da “İlâhî adalet” sanılmasıdır.