Avrupa, II. Dünya Savaşı`nda yaşadıklarından sonra bir daha savaşmayı göze alamadı. Çünkü II. Dünya Savaşı, her Batılı eve inanılmaz acılar bıraktı. Avrupa, kaybettiği insan gücü yerine dışarıdan işçi, mühendis, doktor… getirerek yıkık fabrikalarını kısa sürede onardı, hastanelerini işler hâle getirdi, kütüphanelerini çalıştırdı, üniversitelerine akademisyen buldu ama sönen aile ocaklarını bir daha geçmişteki diriliğine döndüremedi. Savaşta ölenlerin mirasına konan Avrupalılar her ekonomik imkânı buldu, sükûnete ermek için her zevke ulaşmaya çalıştı ama mutluluğu elde edemedi. II. Dünya Savaşı`nın hatıraları bir kâbus gibi hâlâ Avrupa semalarında duruyor.

Amerika, I. Dünya Savaşı`na son anda hükmen; II. Dünya Savaşı`na fiilen katıldıysa da toprakları üzerinde savaş yaşamadı, savaşların acılarını yaşamadan meyvelerini topladı. Vietnam Savaşı ve Körfez Savaşları ABD`ye acılar yaşattıysa da hiçbir zaman savaşı dışarıda yapanlar, savaşın kendi toprakları üzerinde yaşandığı toplumların acısını yaşamazlar. Savaş, en büyük acılarını daima savaşın yaşandığı topraklarda yaşayanlara yaşatır.

Trump öncesinde ABD`yi yöneten Demokrat Partili elit, dünyadaki dengelerin ABD lehinde olduğuna, bunun için o dengeleri korumak gerektiğine inanıyordu. Dünyanın birkaç rötuşla itirazsız bir hâle gelebileceğini ve insanlığın “tarihin sonu”nda ABD önderliğinde mutluluğu yakalayarak rahatlayabileceğini düşünüyordu. Onlar, eski dünyanın birkaç diktatörü devrilir, eski dünyaya ait birkaç etnik problem bir şekilde çözülürse dünyanın savaşsızlaşabileceğine kanaat ediyorlardı. Bunun için o rötuşlar üzerinde odaklanırken dünyada savaşsızlığı teşvik ettiler, savaş karşıtlığını bir ideal hâline getirdiler, her kesimin itirazlarını sivil toplum kuruluşları üzerinden yapması için programlar geliştirdiler.

Ne var ki savaş karşıtlığı iki noktada problemle karşılaştı:

1. ABD`nin yakın dönemde kendi toprakları üzerinde bir savaş acısı yoktu. ABD nüfusunun büyüklüğü dikkate alındığında çok az kişinin (asker eşi ve çocuğunun) Vietnam, Körfez savaşları kalıntısı acıları bir yana bırakılırsa daha çok Avrupa`nın II. Dünya Savaşı`nda yaşadığı acılar üzerinden savaş karşıtlığı yapılıyordu. Dolayısıyla ABD`nin büyük bir kesimi onların savaş karşıtlığını anlamıyordu.

Öte yandan ABD`de savaşa endeksli bir sanayi söz konusuydu. Savaşa endeksli bu sanayiyi işletenler, savaşsız bir dünyanın ABD`yi yoksullaştıracağını öne sürüyor, hakikatte böyle bir dünyanın kendilerini yoksullaştırmasından endişe ediyorlardı. Bunun için dünyadaki dengelerin ABD çıkarları açısından görünümünün aslında sahte olduğunu ve yeteri kadar ABD lehine olmadığını iddia ediyorlardı. ABD, yerinde sayarsa dünya dengeleri her an ABD aleyhine değişebilir, o hâlde ABD dengelerle oynamaya devam etmeli, diyorlardı.

2. İslam dünyasının dünya dengelerine itirazı vardı. İslam dünyası, 19. yüzyıldan itibaren sürekli toprak kaybetmiş; I. Dünya Savaşı`nda tarihinin en büyük toprak kaybına uğramış, II. Dünya Savaşı`ndan yararlanarak bir telafi gerçekleştirmişse de kendisini içeride kral ve diktatörlerin, genel anlamda ise Batı`nın zulmü altında hissediyordu. İlk kıblesi işgal altındaydı, petrol başta olmak üzere kaynakları sömürülüyordu. Bununla birlikte toplumu önce baskıyla, ardından liberal dayatmayla Batılılaştırılıp inançsal anlamda yok ediliyordu.  Batı, itirazlarını sivil yollarla dinlemeye razı olmuyor; bu haksızlıklardan kurtulması için sivil yollarla yönetimleri elde etmesine izin vermiyordu. İslam dünyasında sivil değişim, Cezayir`de 1991 İslamî Selamet Cephesi FİS, Türkiye`de 1996 Refah Partisi, Filistin`de 2006 HAMAS seçim başarıları sonrası örneklerinde izlendiği üzere açıkça engelleniyordu.

Suudi Arabistan prenslerinin bir kısmı ABD`de CIA ve FBI tarafından yetiştirilmişti. ABD`deki savaş sanayisi ile yakın ilişki içindeki bu prenslerin finanse ettikleri veya bizzat açtıkları enstitüler, İslam dünyasında sivil değişimin imkânsız olduğu, sivil değişim talebinde bulunanların küfre düştüğü iddiasını yayıyor, büyük hedefler için mücadele eden hareketlerin gençlerinin zihinlerini iğfal ederek onları içeride bütün programlarını alt üst edecek, dışarıda ise savaş sanayisini elinde bulunduranların işine yarayacak adımlara sürüklüyordu.

İslam dünyası görünür bir çıkmaza sürükleniyordu:

Savaşsız bir dünya iddiasındaki ABD`ye “fitneye yol açmama”; “bozgunculuk yapmama” argümanlarıyla mutlak bir itaat, üstelik o yapının liberal ahlaksızlığı dayatmasına ve Filistin başta olmak üzere İslam âleminin uğradığı hiçbir adaletsizliği gidermemesine rağmen itaat…

Ya da koşullar hiçbir şekilde uygun olmamasına rağmen savaş…

İslam âleminin geniş bir kesimi ABD`nin doğrudan ve dolaylı olarak önüne sürdüğü bu çıkmaza girmeyi kabul etmedi. Ne savaşsız bir dünya iddiasındaki liberal ABD`ye ne de bizi içeride savaştıran anlayışa kapılma, İslam âleminin son iki yüzyılda uğradığı kayıpların büyüklüğünün farkında olarak sorunlara soğukkanlı yaklaşma, mutedil olma, sakin görünme ama İslam medeniyetini yeniden dünya medeniyeti hâline getirmek için kararlıca yol alma… Bu anlayış “cahillerle karşılaşınca selam der geçer” ama hedefinden asla şaşmazdı.

Neticede ABD, İslam dünyasını liberal itaat sürecine çekemedi ama Suudi`nin enstitülerinin etkiledikleri alanlarda yüz yüze kaldıkları zihniyeti tahlil edemeyerek harekete geçen gençler, İslam dünyasında sınırlı bir alanda da olsa kontrol altına alınamayan iç savaşlar çıkarabildi.

Bu iç savaşların odağı dünyanın adeta merkezinde yer alan ve tarih boyunca İslam alemi ile Batı arasında savaş coğrafyası olmuş Suriye oldu. Haçlı, Moğol savaşlarını bitiren Şam bir kez daha dünyanın dengelerinin oynadığı bir nokta olarak belirdi.

Trump`ın şahsında ABD`nin iktidarını ele geçiren savaş sanayisinin baronlarının savaş istekliliği ve Netanyahu gibi içinde bulundukları ahlakî çöküntüyü savaşla saklayarak ayakta kalmak isteyen zalimler buluşunca dünya yeniden askerî bir sürece girdi. Bu sürecin isteklileri önceki sürecin liberal dengeler adına oluşturduğu renkliliği de savaş için kullanarak dünyayı alt üst edecek adımlara eğilimli görünüyorlar.

Bu askeri sürecin odağı tabii olarak kadim İslam dünyası olacak; savaş Şam`la kalmayacak bütün Arabistan Yarımadası`na yayılacak ki aslında yayılmış…

Ama bu savaş, İslam dünyası ile de sınırlı kalmayacak, kalmamış da görünüyor. Dünya ağırdan ağıra ve duyarsız halkların keyiflerini pek de kaçırmadan yeniden eski ayarlarına geri dönüyor, askeri sürece bir daha giriyor.

Öncelikle bu savaşı planlayanlar kesinlikle İslam dünyası değildir. Bu, İslam dünyasına dayatılan bir savaştır. İslam dünyası böyle bir savaşa bugün değil, belki yüzyıl sonra girmek isterdi. Zira İslam dünyasının mevcut durumu bir savaşın asli unsuru olabilmesi için uygun değil, İslam dünyası ancak savaşacaklar arasında bir tercih yaparak ittifaklar içinde yer alabilir. Ne var ki zayıf müttefik aynı zamanda savaşın yaşandığı coğrafyada yaşıyorsa büyük kayıplara uğrar. Dolayısıyla görünen koşullar içinde dünyanın askerî bir sürece girmesi Müslümanların lehine görünmüyor.

Ancak böyle bir süreç kaçınılmazsa ki kaçınılmazdır, Müslümanların bir kez daha düşünmeleri, kendi aralarında büyük ittifaklar yaparak güçlerini birleştirmeleri ve mümkün oldukça savaşın kendi coğrafyalarının dışında yaşanması için mücadele etmeleri İslam dünyasının lehinde görünendir.