İnsan, Hz. Adem’le başlayıp kıyamete kadar bir tekamül içinde varlığını sürdürebilen bir varlıktır. Tekamül hayatın her alanında olur.
Geçmişte toplumların ahlak, örf ve adetleri belirleyiciydi. Ahlak ve örfün yerini başka bir şeyin alması insanlığın kıyametinin kopması demektir. Hayatın önemi sağlam bir ideal ve merkezinde belirleyiciliği üzerinden okumak gerekir. Bu bağlamda toplumun da bir basireti, ruhu ve aklı vardır. Toplum basireti, kendi inanç değerleri içinde düşünebilme mefkuresidir. Ruhu, ahlak ve örfüdür. Aklı ise, toplumsal mukavemeti tahayyül edebilme tasavvurudur. Bugün bu iktisadi ve siyasi güçtür.
İktisadi ve siyasi gücün gittikçe örf ve ahlakın yerini almaya çalıştığı bir zaman dilimi yaşanmaktadır. Bu manada kafayı kuma gömmek, sadece avcıya yarar. Bugün marksist iktisadın teorik varlığını sürdürmesinin yanında, Kapitalist sistemin üretimsel boyutundaki doyumsuzluğu ve geliştirdiği üretim-tüketim kurumsal bir sektör ve doktrin olarak küresel bir sömürü aparatı olarak piyasa egemenliğine soyunmuştur. Son iki yüz yıldır, iktisadi güç siyaset de dahil ahlak ve örfün de önüne geçerek, hayatın tüm alanlarında belirleyici olmuştur.
Bu muasır iktisadi gücün varlığı, Batının ve Doğunun iki zehirli akrepten birinin zehrine razı olma arasında bir tercihte kalan insanlığa kurtarıcı bir şefkat eli uzatılmalı. Eskiyi kaynak olarak kabul edip ondan faydalanmak ama tamamen eskiye de gömülmeden, çağı iyi okuyan bir siyasi ve iktisadi program şarttır. Kur’an ve sünnetin esas alındığı, çağın ruhunu anlayan bu muhayyilenin ümmetin evleviyeti olduğunu düşünüyorum.
Geçmiş yüz yıllarda, İslam toplumunun malla olan imtihanının, yerini fakir ve açlığa bıraktığının farkına varmalıyız. Değerlerimizi muhafaza eden bir iktisadi ahlak, bir iman meselesidir. Bugün, modernitenin el atmadığı ve tesir edip dokunmadığı bir alan nerdeyse kalmamıştır. İslam dünyasının bu işin üstesinden gelebilmesi için en küçüğünden büyük işletmelere kadar iş adamları bu manada toplumsal bir güç oluşturmalılar. Fukeha da bunu doğru ve basiret üzere okumalıdır. Siyasal aklın devreye girerek cesur, kalıcı, anlaşılır ve Kur’an’ın deyimiyle “güç nispetinde” adım atılmalı. Ve İslam alemini uyanışa davet eden meşayihi kiram ve ulema-i izam bu konuda rol-model olarak öncü olmalı. İslam dünyası ve insanlığa bırakılacak en hayırlı miras budur.
Birçok konuda olduğu gibi, İslam dünyası yüzyıllardan beri siyasi ve iktisadi konuda da batıdan etkilenmiştir. Fakat batı hayatına en çok itiraz eden, karşı çıkan ve ciddi manada batıyı rahatsız eden tek toplum yine İslam dünyasıdır. Ancak bu izzetli karşı duruş, batının ortaya koyduğu siyasi ve iktisadi gelişmeler karşısında varlık gösteremeyecek kadar zayıf durumdadır.
Bu anlamda İslam dünyasında siyasi ve iktisadi durum yeniden bir sorumluluk bilinci içinde değerlendirilmeli. Bu sorumluluğa müdrik olanın kendi evleviyetinde olan bir tehayyülle ele alması gerekir. Müslüman kendisine verilen “emanet”in ehli olarak bildiği orandaki şuur ve bilinci onu aktif hale getirecektir.
İslam dünyası “ilahi emaneti” beşeri sorumluluk tasavvurunda, itidalli tevzinle, karşısında olduğu batı dünyasını iyi okuduğu kadar, cevaplamakla da yükümlüdür. Siyasi ve iktisadi konularda derme çatma yöntemlerle yetinilemez. Kendi siyasi ve iktisadi düşüncesini derinleştirip, dünyaya bütün olarak bakılmalı. Müslümanlar iktisadi ve siyasi tefekkürlerini derinleştirirken kendi öz kaynaklarından beslenerek, batı ve doğu siyasi ve iktisadi gelişmelerine tamamen kapalı olmadan “ya hep ya hiç” mantığını bir tarafa bırakmalı. Sağlıklı bir muvazene ile neyi alıp neyi ret edeceği konusunda titiz ve cesur davranmalı.
Müslümanın kendisine has siyasi ve iktisadi bir akıl ve bu aklın gereklerini yerine getirirken asrın şartlarını göz önünde bulunduran bir ruha muhtaçtır. Bu potansiyelini siyasal bir akıl, ilmi bir program ve irfani bir ruhun mündemiç olduğu bu üç muhayyile üzerine bir toplum inşa etmelidir. İslam dünyasında bu potansiyel mevcuttur.