Depremi doğru anlamaya çalışacağız. Bu deprem bir ceza, ikaz veya kozmolojik bir olay olup olmadığını ya da bunların tamamı da olabileceği doğrultusunda konuyu anlamaya çalışacağız. Bu konu üzerinden farklı yaklaşımlar sergilenmektedir. Depremi, kaderi ilahi olarak değerlendirenler olduğu gibi, İlahi takdiratın dışında iradeden uzak, tabiata havale edenler de oldu. Üslup bakımından da kimi akademik ve kültürel üst perdeden konuyu anlatırken, kimi de toplumun çoğunu oluşturan orta halli bir dindar kesim dili ile anlattı. Yardım kuruluşlarının sahada yardımları, arama ve kurtarmada çalışanlar, siyasiler, jeologlar, psikologlar, âlimlerimizin kelam ve akaide de konu edinmeleri ve üzerinde tartışanlar... Bunca farklı yaklaşımlardan acaba hangisi doğru? Bu manada çok şey söylendi. Biz de “depremi” doğruya yakın bildiklerimiz üzerinden anlama ve anlatmaya çalışacağız:
Deprem-Kader ilişkisi üzerinden okumak:
Depremi kader-i ilahi üzerinden okumaya çalışalım. Kader konusu, İslam kültür külliyatında en çok konuşulan konuların başında gelir. Bu manada, kader-i ilahiye konu olmayacak hiçbir dünya meselesi olamaz: “Hiç şüphesiz, biz her şeyi kader(içinde) yaratıverdik” (Kamer/49) Kader-i ilahiye, Yüce Allah’ın farklı sıfatları üzerinden okunduğu için haliyle konuya bakış açısı da bu oranda farklılık arz eder. Kaderi, ilahi sıfatlardan “ilim” üzerinden okuyanlar olduğu gibi “kudret” sıfatı üzerinden okuyanlar da vardır. Vasat çizgide olan aziz ulemaya göre kader; “ilim, irade ve kudret” üzerinden okunmuştur. Bu üç vasfın hem Yüce Allah’a hem de kullara nispeti ile anlatımı en mutedil nokta olarak kabul görmüştür. Bu üçüncü görüş, kendi zamanında diğer görüşler gibi tartışma konusu olmuşsa da daha sonra mutedil bir çizgi olduğundan ümmetin kahir ekseriyetine göre müreccah kabul edilmiştir.
Burada da izaha muhtaç bir taraf olduğu kanaatindeyim. Kaderin insan dahli olmadan meydana gelen “mübrem” ile insanın kesbi doğrultusunda farklı şekillenebilen “muallak” yönünün iyice irdelenip öğrenilmesi gerekir. Bu konu Usulüd-Din’de çok geniş anlatılmıştır. Konuyu teknik bilgiler üzerinden çok kısa bir şekilde şöyle anlamaya çalışalım: Kadere tecelli eden üç sıfat İlim, İrade ve Kudret sıfatlarıdır. Bu sıfat, Yüce Allah’a atfedildiği yerde yaratan, sınırsız ve bağımsız; insana atfedildiği yerde kesb ve talep eden, sınırlı ve bağımlı olduğunun bilinmesi, meselenin en can alıcı bölümünü oluşturur. Eğer bu göz ardı edilirse ipin ucu kaçırılmış olur.
İşin en püf noktasının bu olduğu kanaatindeyim. Bu manada, İnsanın “muallak kader” bağlamında günah ve sevaba, hayır ve şerre, iyilik ve kötülüğe, doğru ve yanlışa götüren yönüyle, kaderinde kendi nefsinin dahli olduğu için bu yönünden sorumludur. Ama bu dahi ilahi ilim, irade ve kudretten bağımsız değildir. Yani kul istemiş, Yüce Allah da tecelli edip yaratmıştır. Bu manada insanın ilim, irade ve kudreti tamamen bağımsız değildir. Çünkü ağaçtan kuru bir yaprak dahi Yüce Allah’tan habersiz düşmez.(En’am/59) Kaderi; sadece “ilahi kudret” ya da “ilim” sıfatı üzerinden okumak eksik bir okumadır. Biz kaderi ilim, irade ve kudret üzerinden okumaya devam edelim.
Her şeyden önce, bu deprem herkesi harekete geçirdi. Bu manada, öyle ya da böyle depremi anlamak ve maruz kalanların ızdırabını hafifletmek adına kim ne yapmışsa, hayırlı ve faydalı iş yapmıştır. Bilim adamından dini bir tanımla yetinmeyi beklemek, bilimsel çalışmaya karşı din adına yapılmış bir basiretsizlik olur. Dini ilimler üzerinde açıklama yapan aziz ulemayı, bilimsel bakımdan bilgisizlikle suçlamak bilim adına, dine karşı yapılmış çok çirkin ve nankörce bir bağnazlık olur. Hâlbuki bilimsel açıklamada bulunan, kıymetli bilim insanımızın dine halel gelecek bir açıklaması da yanlıştır. Din namına açıklama yapan dindarın bilimsel çalışmalara karşı ve ona ters açıklama yapmak da her şeyden önce dinen de yanlıştır.
Bu konuda doğru bir tanedir. O da depremin vurduğu büyük insanlık ailemizin yaralarını sarmaya çalışmaktır. Ancak, doğrunun bir olması bakışların çok olmasına mani değildir. Tevhidi açıdan en belirgin ortak noktamız şüphesiz ki Kabetullahtır. Kâbe’yi isitkamet olarak kabul etmek, ortak ve alternatifsiz bir noktamızdır. Ama Kâbe’ye aynı noktadan bakmıyoruz. Hatta bu mümkün de değildir. Bunu dayatmaya çalışmak, adl-i ilahiyeye de insan iradesine de yapılmış en büyük kötülüktür. “Barika-i hakikat müsademe-yi efkârdan doğar.” Tek doğruya aynı yerden bakmayı dayatmak, ya cehalet ya da gaflettir. Bu manada, depremi bir tek sebep üzerinden okumak mümkün olmadığı gibi büyük bir ilim eksikliğidir.
Depremin bilimsel açıklamasını yapana ‘sen gâvursun’ demek ne ise ‘kaderle ne alakası var, Yüce Allah’ı ne karıştırıyorsunuz’ deyip bilim namına Yüce Allah’a isyan etmek de odur. Bu iki zıt kutup ne ilmi, ne de dini temsil edemezler. Çünkü dinin de kâinatın da temel kaynağı Kur’an’dır. Dini bilimsel araştırmadan, bilimsel araştırmayı dinden ayıran insan, her şeyden önce Kur’an’ı anlamamış olur. Bu çeşit bağnazlık yapanların geçmişte var oldukları gibi bugün de var olmaları mümkündür. Bu iki güruha; ilim ile bilimi, vahiyle aklı, sanat ile mucizeyi değerlendirmede birini alıp diğerine vurmaya çalışan çağın cahil bilmişleri olduklarını söylemek mümkündür. Sözü Kur’an’a bırakalım: “Göktekinin sizi yerin dibine batırmayacağından emin misiniz? Bir de bakarsınız yeryüzü alt üst olmuş! Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin misiniz? Uyarılarımın ne demek olduğunu yakında anlayacaksınız!”(Mülk/16-7)
Sünnetullah, adetullah ve kudretullah üzerinden konuyu okumak:
Mesela; bir virajda otuzla gitmesi gereken bir araç iki yüzle sürat yaparsa takla atması, kışın yoğun akıp yazın kuruyan bir çayın ortasında ev yapanın evinin sele tutulup yıkılması sünnetullah. Evlerimizi doğal evin bulunması gereken sağ ve selim yerlerde yapmamız ve virajda takdir edilen hızla gitmemiz adetullahtır. Dere ağzındaki evimizi selden mucize gereği korumak, korunaklı evimizin üzerimize yıkılıp çökmesi kudretullah gereğidir. Birincisinin olması doğal olandır. Biz buna sünnetullah deriz. İkincisi, kudretullah gereği olağanüstü bir durumdur, biz buna da mucize deriz.
Çünkü mucize, insan takat ve kudretinin dışında olan olağanüstülük/harikuladelik demektir. Mucizeler, daha çok peygamberler üzerinden gösterilmiştir. Mesela bir kadınla bir erkeğin bir araya gelmesiyle neslin devam etmesi sünnetullahtır. İki insanın evliliğinin vesile kılınması adetullahtır.Hz. Âdem’in topraktan, ondan da eşinin yaratılması ve Hz. İsa’nın Hz. Meryem’den doğması ise kudretullah gereğidir.
Çok önemli bir hususu burada söylemem gerekir. Mucize, günün şartları içinde insanın yapmaktan aciz kaldığı olaylardır. Dün mucize olan bir durum, bugün olağan olabiliyor. Ama o mucize, mucize olmaktan çıkmaz: Mesela bundan bin yıl önce suyun altında saatlerce bir insanın boğulmadan kalması, havada uçmak ve depremin bilimsel mahiyeti olan fay hattı ve ondaki enerjinin bilinmesi gibi… Bunlar yakın bir zamana kadar bir mucizeydi. Yani insanlar buna takat yetiremedikleri için kendi zamanında bir mucizeydi. Bugün ise mucize değil, bunlar birer sıradan şeyler olmuştur. Bugün fay hatlarını tespit etmek mucize olmaktan çıkmış, faylardaki ısıyı kontrole almada insan, henüz güç yetiremediği için o bir mucizedir. Çünkü insanı aciz bırakmaya devam etmektedir. Yalnız bu sürekli güç yetirilmemeye devam edecek manasına gelmez. Bu yönüyle bu mucize ise de yarın fay hatlarındaki enerjiyi kontrol etme veya o enerjiyi tarlaya attığımız gübre gibi sanayide faydalanma imkânı bulduğumuzda, o enerji tehdit eden bir afetten, nimet afiyetine dönüşebilir.
Depreme % 100 yanlış olan bakışlar
Bu konuda en büyük yanlışı yapanların şu iki kesim olduğu kanaatindeyim. Biri depremin sebep, çare ve sonuç ilişkisinde kesin hüküm vererek deprem şu şu sebeplerden dolayı meydana geldi deyip onu ya salt tabiat ya da salt maneviyat noktayı nazardan okuyanlar. İkincisi de söz ve fiilleriyle depremzedelere giden(gidecek olan) yardımları ya engelleyen ya da sekteye uğratanlar. Bu yanlış, ister siyaset ister din ister bilim ve isterse ilim adına yapılsın fark etmez. Bu hastalıklı kesimler toplumlarda kemiyeti az, keyfiyeti ciddi etkin olanlardır. Ruhen kirlenmiş, kalben ölmüş, vicdanen sermayesizdirler.
Depremi hüküm-hikmet ve illet-ibret üzerinden okumak:
Toplu afet ve rahmeti, hüküm değil hikmet üzerinden okumak gerekir. Hüküm ile hikmet arasında şöyle bir fark vardır: Hikmet bir olayda birden fazla noktayı içinde barındıran bir bakışla meseleye bakmak demektir. Hüküm ise meydana gelen bir olayın sonucunu bir tek sonuca bağlamaya denir. Konuyu; Kur’an-ı Kerim’de geçen kıssalardan iki kıssa olan Hz. Musa-salih kul ile Hz. Yusuf'un kardeşleri arasında Yusuf kıssası üzerinden misallerle anlamaya çalışacağız. Hz. Musa (as) ile salih kul arasındaki meselede çocuğun öldürülmesi hadisesini zihin dünyamızda canlandırılalım. Masum çocuğun ölümü hüküm üzerinden okunsa, çocuğun öldürülmesi bir katletme cinayetidir. Ama hikmet üzerinden baktığımızda, her insan ölümlüdür. Şöyle ya da böyle her dünyaya gelen insan bir gün ölecektir. Çocuk buluğa ermeden ruhu alındığı için cennetlik olmuştur. Ebeveynleri çocukları yüzünden günahkâr olmamışlar. Daha hayırlı bir evlat kendilerine bağışlanmıştır. Hz. Musa (as) ile salih kulun hikayesinde Hz. Musa’nın da kendi sabrını ve ilminin bir yere kadar olduğunu öğrenmiştir. İşte kısaca hikmetle hüküm arasında böyle bir fark bulunmaktadır.
Hz. Yusuf (as) maliye kabını(vi'aye/tasını) kardeşi Bünyamin’in yüküne koyup, sonradan “siz hırsızlık yapmışsınız” diye onları suçlamaya çalışması, hüküm üzerinden okunsa Hz. Yusuf kardeşlerine iftira atmış olur. Bünyamin’i yanında bırakma yolunda kardeşlerine hile yaparak ihanet etmiştir. Eğer konuyu hüküm üzerinden değerlendirsek çok çarpık bir sonuca varırız. Ama hikmet üzerinden bakılırsa, Hz. Yusuf (as) via'ye üzerinden Bünyamin’i, Bünyamin üzerinden ebeveynini ve tüm aile fertlerini bir araya getirmek için bunu yapmıştır. Zaten bunu da Yüce Allah emretmiştir. Ayeti Kerimede “...Bunu biz ona öğrettik. Melikin dininde bu yoktu…” (Yusuf/76) buyurduğu da budur.
İllet değil, ibret üzerinden okumak:
İllet; bir olayın cisimsel bir kısım tetkikleri üzerinden olayın mahiyetini ortaya atmak demektir. Bu işin iskele boyutudur. Ama meselenin bir de ruhu vardır. O da meydana gelen toplu olayları birden fazla maksat ve gayeyle görebilmedir. İşte ibret üzerinden olaylara bakmak bu yönüyle farklı olur. Bir sıkıntının veya ilk bakışta şer gibi görünen herhangi bir olayın, netice itibariyle hayır olabileceğini düşünme yetisidir. Kur'an-ı Kerim bunu birbirinden farklı versiyonlar üzerinden beyan etmektedir. Bu yerlerden biri de Bakara/216. ayeti kerimedir.
Toplu afetleri Adalet değil, şefkat ve merhamet üzerinden okumak.
Toplumsal afetler ve onların sonuçlarını adalet terazisiyle değerlendirmek, işi içinden çıkılmaz hale getirebilir. Şefkat ve merhamet, ikaz ve uyarı nazarıyla konuya bakılırsa, o afetin insanın ruhunda, aklında ve gönlünde açılan yaraların sarılması, toplum vicdanını daha erken harekete geçirip rahatlatır.
Asıl dindarlık, deprem gibi toplu afetlerde insanlık yapmayı emreder
Dinin emri, afetlerde dindarlıktan çok, insanlığı emreder. Kur’an-ı Kerim’de insani yakınlık beş temel kardeşlik üzerinde ele alınır: Sülbi, süt, din, toplum ve insani kardeşlik. En geniş olan insani kardeşliktir. İnsanlık ailesi yeryüzünün en kıymetli canlı kümesidir. Hayatın devamı için bu aile fertlerinin birkaç yönüyle birbirleriyle olan ortak münasebetleri vardır. Deprem gibi toplu afetlerde yardıma muhtaç olduğu bir anda kişinin insani kadrajdan kardeşinin yardımına koşması Kur’an’ın emridir.
Deprem ve Fay Hatları
Depremin fay hatları evlerimizin “mekân” boyutunu yıkabilir. Fakat öfke faylarımız ise ruhumuzun sükun bulduğu ve sükunet manasını içeren “mesken” boyutunu yıkar. Biz evlerimizin mekân ve mesken boyutunu beraber muhafaza etmeliyiz.
Bugün fay hatlarının tespiti ile yetinmenin yeterli olmadığı kanaatindeyim. Bilimsel olarak, faylarda bulunan enerji ve boyutunu keşfetmek büyük bir kazanımıdır. Bu kazanımı gâvur mu buldu, mümin mi buldu, fark etmez; ilk etapta, kâinata ve canlılara zarar vermeyecek şekilde boşaltma yollarına bakmaları gerektiği kanaatindeyim. İkinci etapta, o enerjiden faydalanmaya çalışılmalı. Bugün insanları yok eden kitle imha silahlarına yapılan yatırımların zekâtı kadar bu enerjiden faydalanma yollarına yapılsaydı dünyamız şu anki durumdan daha iyi bir durumda olurdu.
Şu an için tespit edilen faylar üzerinde yerleşim yeri yapmanın fıkhi boyutu için aziz İslam uleması ilmihal oluşturmalıdır. Belirgin, ufuk açıcı ve bu konuda cesur adımlar atarak, ucu nereye dayanıyorsa dayansın hakikati açıklamaktan çekinmemelidir. İnşaatlarda imar ve kurallara uyulmayan işçi, taşeron, sıvacı, duvarcı, sucu, elektrikçi, demirci, kalıpçı olarak çalışmanın haram olduğunun belirlenmesi gerekir. Malzemeden çaldığı tespit edilen müteahhitleri, ömür boyu inşaat yapmaktan men etmenin yöneticilere bakan yönüyle farz olduğunu aziz İslam uleması haykırmalıdır. Çimento fabrikalarından başlayarak, demir fabrikaları, kullanılan kum, verilmesi gereken su, imar ve yer zemin etütleri tam yapılmadan inşaat yapmanın haram olduğu ilmi olarak açıktan ilan edilmelidir. Dediğim gibi şu an fay hatlarında bulunan enerjinin büyük bir kaynak ve nimet olduğunu düşünerek sistemleri bu yönde yatırımlar yapmaya teşvik eden eserlerin yazılması gerekir.
İtikadı muhafaza etme ve çalışıp sa’iy etmek
Bu durum veya anlatılanlar, imanımızı muhafaza etmeye çalışırken, sorumluluğumuzu bize unutturmamalıdır. Takdir-i ilahiye inanma, çalışma, gayret, sa’iy ve vesilelere başvurmaya mani olmamalıdır. Evet deniliyor ki “Men amene bil kaderi emine minel kederi/Kadere inanan kederden emin olur.” Aslında takdir-i ilahi, emr-i ilahi ve nehy-i ilahi ile çelişmez. Yapmakla yükümlü olduğumuz vesilelere sarılmak, kadere inanmamak demek değildir. Vesilelere sarılmak Sünnetullah’tandır. Vesilelere sarılmadan takdir-i ilahi ne ise o olur demek, sağlıklı bir kader inancı değildir.
Kısaca, vicdan ile kazancı, merhamet ile adaleti, hikmet ile illeti, Kader ile takdiri, mesken ile mekanı, insan ile nisyanı, irade ile tedbiri, akıl ile vahyi, Sünnetullah ile kozmolojiyi, mucize ile mucidi, afet ile afiyeti, fitne ile fiteni, aklın yarasıyla ruhun yarasını, fayın patlamasıyla insan öfkesinin patlaması, Kur’an’daki “kebed ile kıvamı”, ibare ile ibreti, itibar ile ictihadı, hikmetin inceliğiyle ile hükmün kesinliğini, ilahi tikel meşiet ile tümel kanunları ve kısaca Kevni ayetlerle tenzili ayetleri aynı göremeyeceğimiz gibi, birbirinden tamamen bağımsız da göremeyiz. Bu manada, depremin yıkıntılarını Yüce Allah’ın üstüne yıkmak da Yüce Allah’ı saha dışına itmek de yanlıştır. Doğrusu, bu konuda orta yolu takip etmektir. Aslında bu gibi hikmet dolu toplu afetlerde “Allah’u a’lem” deyip bitirmek en doğru olduğu kanaatindeyim. Bir konu hakkında tek söz söylemek Allah’a mahsustur. Yüce Allah’a ait olan bu alanı hiçbir kul alarak, ‘en doğru ve en son söz birdir ve o da benim sözümdür’ diyemez.
Depremde ölen ehl-i imanı Rabbim şehitlerden kabul etsin, yaralılara acil şifalar ve mükedder ailelere sabırlar versin.
NOT: Bu açıklamalarımla tek doğrunun söylediklerim olduğu kanaatinde değilim. Bunlar da neticede bir görüşten ibarettir.