Yaşadığımız asırda, iş dünyamızın her geçen gün ticari hacmini hem genişlettiği hem de farklı problemler ile bizi karşı karşıya bıraktığı bir hakikattir. Çıkan her bir yeni problemin karşısında Müslümanın nasıl bir pozisyon alması gerektiğini bilip tespit etmek İslam hukukçularının en önemli görevlerindendir. Bu manada daha önce de İslam hukukunun gelişen dünya sorunlarına göre geliştiğini hepimiz bilmekteyiz. Asr-ı saadette İslam fıkhının genişliği ile Ebu Hanife ve İmam Şafii döneminde aynı boyutta değildi. Muamelat ve hususen ticaret anlayışına İslam temelden bazı prensipler koyar. O prensiplerin sabiteleri olmakla beraber işleyiş ve pratiğini sınırlandırmaz. Zamanın gelişmesi ile gelişen İslam fıkhı bugün gelişen ve gelişmekte olan hadiselere göre yeni içtihatların oluşmasını zorunlu kılar. Akla çok büyük önem vermesi de işte böyle bir şeydir. Yani her gelişen ve yeni yeni çıkan sorunlara asrın diliyle cevap verebilmek hususunda her asrın Müslümanına ayrı bir sorumluluk yüklemiştir.

Dünyada iktisat ve ticaret hayatı, her Müslümanın hatta her insanın en önemli ve asla ihmale gelmeyen önemli bir yaşam unsurudur. Biz Müslümanız. Müslüman olmamız bize yeryüzünün imar görevi olan halifelik görevini yüklemiştir. Adem ve Havva’nın çocukları ve zürriyeti olarak gün geçtikçe çoğalıyor. Bu çoğalmanın beraberinde getirdiği bir takım sorun ve problemlerin, İslam hukukunun temel prensiplerini aşmadan çözüme bağlamak da muasır Müslümanın yapması gereken İslami ve insani bir sorumluluğudur. Çoğalıp gelişen İnsanlığın farklı coğrafya, farklı renk ve tende, farklı dil ve kültürlerde olacağını “Şu’ub ve Kebail” olarak kısaca farklılıkların olacağını Rabbimiz bize bildirmektedir. Bu farklılıkların “Tearruf” yani, tanışma için olduğunu emretmektedir. Bu tanışmanın, sadece kim kimin oğlu ve nereli olma gibi aidiyet ile de sınırlı olduğunu sanmıyorum. Buradaki tearufun, sadece birbirini tanıma, birbirinin kabilesini tanıma ile sınırlı olmadığını, bilakis konumuzu ilgilendirme bağlamında birbirinin hak ve hukukunu tanımayı da içerdiği kanaatindeyim.  

İslam, ilk insandan kıyamete kadar devam edecek din olarak Hz. Adem’le başlayan, İbrahim, İshak, Yakup, Yusuf, Davut, Musa ve İsa’ya oradan da Hz. Muhammed’e, oradan da kıyamete kadar devam eden tevhid dinidir. Tevhid dini olduğu halde zaman zaman nisyandan isyana, oradan da zulüm ve hakarete varıncaya kadar insanların hataları yüzünden yol kazasına uğrayarak en- Nihaye Hz. Muhammed’e (sav) kadar gelmiştir. Her peygamber kendi devrinde yüce Rabbimizin ona belirlediği sınırlar dahilinde nisyanın getirdiği isyandan insanları korumak için Allah’a davet görevlerini yapmışlardır. Hz. Muhammed (sav) ile peygamberlerin gönderilmesi son bulmuş ve bir daha peygamber gönderilmeyecek ve dolayısı ile değişmez kemale ulaşmıştır. Bu, Kur’an-ı Kerim’de buyurulduğu için biz de böyle olduğuna şeksiz inanıyoruz. Dinimiz İslam; Allah’la, kendimizle, tabii ve ictimai çevremizle ve başka toplumlarla münasebetlerimizi de düzenleyen, akla, mantığa, tabiata, adalete, şefkat ve merhamete uygun, hem insani hem ilahi mükemmel emir ve yasaları “Emri bilmaruf Nahyi anil münker” prensibi üzerinden bize bildirmektedir.

Yeryüzünün ilk cinayeti, Kabil’in kendi hakkına razı olmayıp Habil’in hak ve hukukuna riayetsizliği ile başlamıştır. Yeryüzünün ilk cinayeti kardeş hakkına riayetsizlik ile başlamış ve halen gezegenimizin en büyük sorunu olarak devam etmektedir. Bugün dünyada, elindekini biriktirip daha da çoğaltmak için kardeşini öldürme hadisesi, devasa kitle imha silahları ile hayatın en zararlı vakası olarak yerini almaktadır.

Herkesi özgürce yaşasın diye yaratan yüce Rabbimiz, her yarattığının rızkını onunla beraber gönderdiğini de garanti etmektedir. “نحن نرزق” ile betimleyen Kur’an, bir başkasının hakkına tecavüz etmeyi kendi mülküne müdahale kabul ettiği için buna “تلك حدودالله” Bunlar yüce Allah’ın sınırları olarak ferman buyurmuştur. Kulun elde ettiği mülkün asıl sahibinin yüce Allah’ın kendisi olduğunu “ولله ملك السماوات والارض” ferman etmektedir. Sayılamayacak kadar nimet veren yüce Allah imtihan gereği bizi verdiği nimetlerle sınamaktadır. Bir tas çorba ile doyan akıl sahibi insan, nasıl oluyor da sonunda terk edip bırakacağı malı biriktirmek için kardeşine zulüm etmeyi kendinde bir hak ve görev bilebiliyor.

Devam edecek...