Birçok peygamber(asv)’in, tağuti sistemin cahili hükümlerinin hakim olduğu bir toplumda nebi olduklarını daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Mevcut sistem ne olursa olsun, bir Müslüman her yönüyle Yüce Allah’ın dini için çalışmalı. Mücadele verirken, tüm şartları tam değil diye nasıl ki namaz ve oruç gibi ibadetlerimizi terk edemiyorsak, toplum yönetim mekanizmasını da terk edemeyiz. Bu manada hayatımızı ve dinimizi ikame etmek mecburiyetindeyiz. İktisadi, zirai, eğitim, öğrenim, vakıf ve dernek açmak veya parti kurmak gibi hayatın tüm alanlarında hizmet etmek mecburiyetindeyiz. Burada maksat olarak, sadece Yüce Allah’ın dini esas alınmalı.
Bu konuda bize örnek olan Kur’an’daki Peygamberlerdir. Mesela, Hz. İbrahim ve Hz. Yusuf gibi fert olarak ya da, Hz. Musa(as) ve Hz. Muhammed (sav) gibi önce dışarıdan bir teşkilat (parti) kurarak yaptıkları gibi yapmak mecburiyetindeyiz. Bu deliller, bize bazı İslami çalışmalarının parlamentoya girebilmeyi, bir parti kurmayı bazen de parlamentoya girmeden önce bir parti kurarak mücadele edebilmeyi caiz görmektedir. Tümü Yüce Allah tarafından bu şekilde görevlendirilmişler. Resul-i Ekrem’in “De ki bu benim ve bana tabi olanların yolu olup basiretle davet ediyorum ve subhanellahi ben müşriklerden de değilim” Yusuf/108
“Ben ve bana tabi olanlar” ibarelerine iyice baktığımızda bu manada ona tabi olanların disipline olmuş (parti gibi) bir teşkilat olduklarını görüyoruz. Peygamberimizden önce Darün-Nedve de müşriklerin kurdukları partiye karşı, Darül-Erkam’da partisini kurar. Acaba, Müşriklerin Müslümanlardan önce partileşmeye gitmesi bir tesadüf mü? İkincisi, bir ara müşrikler O’nu, kendi parti kongrelerine davet ederler. Ama O gitmez. Ama onların millet meclisi durumunda olan Kâbe’yi hiç terk etmez. Bundan, Yüce Allah’ın, peygamberleri, bulundukları memleketin merkezlerine/başkentlerine gönderdiklerini anlıyoruz. (Kasas/59)
Hz. Musa(as) da Peygamber olur olmaz, bir yandan kendine bir grup(parti) oluşturur iken diğer yanda Yüce Allah Onları Firavn’un sarayına gönderir. Hz. Yusuf(as) da aynı şekilde Firavun’dan görev talep etmişti.
Bu her iki peygamber de nebi olduktan sonra Firavun’un millet meclislerinde mücadeleye başlamışlar.
Hz. İbrahim ve Hz. Yusuf(as) tağuti sisteme karşı birey olarak mücadele verip daha sonra (parti gibi) bir teşkilatlanmaya girişmişler. Mücadele verdikleri devletler süper güçlerdi. Sistemin içine tek başına iken gitmeleri. Bulundukları yerde yönetime geldiklerinde sık sık “Ben müşriklerden değilim..” gibi sözleri, her ikisinin mücadele verme şeklini şirk kabul etme ihtimalini gördükleri için, sık sık biz Müslümanız ve müşrik değiliz deme ihtiyacını hissetmişlerdir. Her ikisinin elindeki maddi güç bakımından mevcut sistemle mücadele edip galip olma imkanları sıfırın altında iken bunu başarmalarıdır.
Farklı olarak, Hz. Yusuf’un(as) yumuşak, Hz. İbrahim(as) ise sert mesajlarıyla aralarında bir farklılık arz etmiştir. Her ikisi de Yüce Allah’ın peygamberleridir. Demek ki muhatabımız olan tağuti sistemin temsilcilerinin anlayacağı davet dilimizi farklı kılabilir. Günümüz açısından bunu zihin dünyamızda iyi tasavvur etmeliyiz. Biz Müslümanlar olarak, çalışmalarımızı, zaman ve mekanın şartları içinde Kur’an’da ismi geçen herhangi bir peygambere uyarak yapabildiğimizi göstermektedir. İslam şablonik bir din değil, cihan şümul bir dindir. Birisi murebbi, diğeri inkılabi, öbürü iktisadi ötekisi bir nevi istidlali delillerle farklı mücadele ederek davasını hakim etmişler.
Bu zenginliğimize rağmen, falan yazarın nebevi hareket metodu deyip manevra alanımızı tekliğe indirgememiz asrımızın en büyük stratejik hatası olduğu kanaatindeyim. “Ya o ya bu” deyip cihanşümul olan tevhidi davayı bir bölgenin şartları içine sıkıştırmamız birçok hatayı kendisiyle beraber getirmektedir. Hak yolda istikamet birdir. Ama hakkı hakim etme yolları Kur’an da ismi geçen peygamberler üzerinden farklı olduğunu görüyoruz. Cihanşümul, dünya dini olan İslam ve onun ümmetinin davet metodu tüm dünyanın muhtelif şartlarına göre farklılık arz etmesi eşyanın bir hakikatidir. Tersini ispatlayan ne dedektif ne de endüktif bir delil bulmak mümkün değildir. Bir yöntemi dayatmak, bu cihanşümul dine yapılmış en büyük kötülüktür. Bunu Kur’an ve Sünnet ile tarif etmek de mümkün değildir. Hatta aynı yerde, fakat farklı zamanlarda aynı yöntemi uygulamak bile mümkün olmayabiliyor. Mesela, Medine’de dört büyük halifenin aynı yerde fakat farklı şekilde seçime gitmelerini de bu manada anlamak mümkündür. Bunu, günümüz siyasal zihin dünyamızda iyi tasavvur etmeliyiz. İstikamet bir olduktan sonra, farklı yol ve yöntemlerin çokluğu bir rahmettir. Hak birdir. Ama hakka varan yollar birden fazladır.
Kur’an’da, istikameti belirleyen “sırat” kelimesinin tesniye ve cem’i yoktur. Ama, sebil ve tarik kelimelerinin tesniye ve cem’i bulunmaktadır. Son olarak, bu konuyu Kur’an’ın istidlali içinde “سبلنا” -yollarımız- kavramının cem’i (çoğul) gelmesi bütün meseleyi tarife kafidir.