Dinimiz kolaylık esası üzerine kurulmuş bir dindir. Bu rahmet dini kişiyi yapabildiğinden sorumlu tutar. (Bakara/185) Ayetten hareketle kişinin yapabildiklerinden de sorumlu olduğuna dair hüküm kitap, sünnet ve icma ile sabittir.
Kur’an’ın muhteva olarak üzerine bina edildiği iki büyük sac ayağı vardır. Bu da “Emri bil-Maruf Nehyi Anil-Münker” dir. Kur’an’ın tüm daveti bu iki sac ayağı üzerine bina edilmiştir.
Ayetin ilgili bölümü üzerinden konuyu anlamaya çalışacağız; “(Yüce Allah) Bir nefsin taşıyamayacağı bir yükü ona yüklemez” (Bakara/286) Bu ayeti kerimede bir Müslümanın dünya hayatında ibadet, ticaret, ziraat, sanat ve siyaset gibi alanlarda gücünün yettiğinden sorumlu olduğunu ve yetmediğinden sorumlu olmadığını belirtmektedir. Bu, Kur’an ve sünnetin genel muhtevasını oluşturmaktadır. Bu konuda iki yanlıştan birinin yaşanması da mümkündür. Şöyle ki; birincisi, kişinin tamamını yapamadığı bir ameli toptan terk etmesi. İkincisi, gücü yetmediği halde tümünü yapmaya çalışması. Bu her iki yaklaşım biçimi Kur’an ve sünnetin tebliğ ve davet esasına uygun değildir.
Mesela, ayakta namaz kılamayan birinin namazını tamamen terk etmesi de tamamını ayakta kılmaya çalışması da yanlıştır. Bu konu tedrici olarak nazil olan Kur’an’ın tematiğine de uygun düşmemektedir.
Bu hüküm, namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerde olduğu gibi muamelatta da böyledir. Yukarıda saydığımız ibadetlerimizi tam yapamadığımızda bırakalım demiyoruz. Ama, aynı hassasiyet toplumsal yönetimde uygulanmıyor. Namaz gibi bir ibadetin bazı şartları eksik olduğunda namaz terk edilmiyor. Toplum yönetiminde ise, şartlar tam değil diye o sahanın tamamen terk edilmesinin dinen ve aklen izahı mümkün değildir. Ümmetin kahir ekseriyetinin toplumsal yapılanmaya bu şekilde bakmaları bize çok şey kaybettirmektedir.
Pandemi boyunca otuza yakın tefsirde İslam’ın toplumsal yönetim konusunu araştırdım. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar, her Peygamberin, tağuti sisteme karşı ilahi nizamı hakim kılmak için günün şartları ve elindeki imkanlar nisbetinde (Nahl/36) mücadele verdiklerini gördüm. Çok azı İlahi sistemi hakim edebildiler. Diğerleri de tümünü elde edemeyince bırakıp gitmemişler. Sadece Hz. Yunus’un bir anlık bu manada toplumu bırakmasının Kur’an’da nasıl bir uyarı aldığını hepimiz biliyoruz. (Enbiya/87) Çünkü vahiy ve nübüvvetin davet, tebliğ ve temekkün uygulaması elindeki imkanlar tam değildir diye terk edilemez. Hiçbir peygamber bu konuda ya hep ya hiç demedi. Her Peygamber imkanı dahilinde ilahi sistemin hakimiyeti için toplumun sistemi ve onu temsil eden merkezi mekanizmalarla güçleri nisbetinde mücadele etmişler.
Bu genel manada nübüvvetin ve özelde Kur’an ve sünnetin ana temasıdır. Ümmetimiz namaz gibi ibadetlerde buna uyarken, toplumsal yönetimde “ya hep ya hiç” diyerek toplumsal yönetimi/siyaseti bırakmalarının, Kur’an ve sünnetle izahı asla mümkün değildir. Halbuki bu konuda temel kaidemiz “ لا يدرك كله ولا تترك كله- Bir şey tamamen yapılamazsa tamamen terk de edilemez” Bu usulü din, usulü davet ve usulü fıkhta da temel bir kaidedir.
Temekkünde mükellefiyet güç nisbetincedir. Ya hep ya hiç ütopik bir tasavvurdur. Dinen ümmetin kendini bu konuda kilitlemesinin hiçbir akli ve nakli gerekçesi bulunmamaktadır. Bu hem bilgi ve bilinç bakımından hem de güç ve takat bakımından böyledir. Kur’an nüzulünün tedriciliğinin diğer bir anlamı da budur. (Furkan32)
Mesela, namazını ayakta kılamayan onu oturarak, onu da yapamazsa yatarak ve ima ile kılması gerekir. Şartları eksik diye asla namaz terk edilmez. Ama aynı hassasiyeti toplumsal yapıda göstermemek büyük bir çelişkidir. Müslümanlar, içinde bulundukları topluma ilahi nizamı hakim etmekle yükümlüdürler, tıpkı namaz ve oruç gibi ne kadarını yapabilirlerse mutlaka yapmalılar. Şartlar tam değildir diye bu sahayı dine düşman olanlara terk etmek asla caiz değildir. Evet; “Bir şey tamamen yapılamazsa tamamen terk de edilemez”