Batılı siyasi paradigmada akıl, dinden ve ahlaktan bağımsız bir güç kabul edilir. İslami toplumsal yapıda Hilafet-Emanet ilişkisi içinde akıl, inanç ve ahlakın emrinde kabul edilir. İslam’ın siyasal zihninin temeli, nübüvvetin Mekke döneminde akıl, inanç ve ahlakla temellendirildi. Dinin terk edildiği, ahlakın zayi olduğu bir akıl tasavvurunda menfaat, siyasal kazanım paradigmasında akıl bir canavara dönüşür. Meşruiyetini menfaat üzere kuran siyasal bir yapıda huzurun elde edilmesi mümkün değildir. İnsanın menfaati için çalışması gereken akıl, menfaatin emrinde bir zihinsel insan tiplemesine geçiş yapar. Böyle bir siyasal tasavvurda şefkat, merhamet, adalet ve özgürlük yerine, menfaat, güç, tüketim ve israf hakim olur.
Yirmi üç yıllık Nübüvvetin ilk 13 yılında beşerin siyasal zihin dünyasında aklı; inanç ve ahlakın emrine almak için çok bedeller verildi. İnanç ve ahlakın emrine giren akıl, beşere bakan yönü ile bağımsız olur. Böylece, inanç ve ahlakın özü olan adalet, merhamet, emanet ve ehliyet içinde bir mükellefiyet hakim olur. İşte Resul-i Ekrem’in temelini attığı tevhid medeniyeti ibadet ve muamelattan çok, inanç ve ahlak temelli bir siyasal ruhu oluşturdu. Bu dinin ruhudur. Devlet dinin cesedidir. Din: İbadet ve muamelattır. Ancak inancı olmayan, ahlaktan yoksun bir din tasavvuru, ilahi din olma özelliğini kaybeder. Hak dinden muharref dine yapılan geçişler böyle olmuştur. Dinin böyle evrimsel bir iç değişim evresine şirk, müntesibine müşrik denilmesi işte budur.
Tevhid ve şirk, Müslüman ve Müşrik, mücerred toplulukların isimleri değildir. Bir siyasal zihin yapılanmasının adıdır. Akla, inanç ve ahlakın hükmettiği bir siyasal zihin dünyasının kurulması İslam toplumunun öncelikli ve temel meselesidir. Bunun için Adem’in “Hilafet” görevinin ontolojik yapısından (Bakara/30) önce zikredilmesini siyasal zihin dünyamızda iyice tefekkür etmemiz gerekir.
Bugün Müslümanların iman sorunu yoktur. Müslümanların en büyük ortak sorunu budur. Bu sorun, Müslümanların siyasal zihin dünyasının batının baskı ve despotizmine esir düşme sorunu doğurdu. Hilafet-Emanet işleyişinde yapılacak değişikliğe Kur’an epistemolojisinde affı mümkün olmayan (Nisa/48,116) suçlardan sayılır. Ümmetin kendi toplumsal değerleri içinde siyasal bir tecdid öncesinde zihni bir teceddüde ve içselleştirilmiş bir tahalluka gitmesi gerektiği kanaatindeyim.
Beşerin kurduğu her tağuti sistem, önce Ümmetin siyasal zihin dünyasından din ve ahlakı hayat dışına atmak olmuştur. Bunun en açık delili Kemalist sistemdir. Bu tağuti sistem ceberrut yöntemlerle Müslümanı sürekli baskı altında tutmaya çalışır. Batının bu zehir zemberek siyasal aklına karşı ses verenlere karşı acımasızdır. Şeyh Said ve İskilipli Atıf hoca hadisesi bunun örneklerindendir. Batının, adına demokrasi dedikleri despotizm sistemi dini siyasetten uzaklaştıran tağuti bir anlayıştır. Bundan etkilenen bazı Müslümanlar yavaş yavaş maalaesef siyaseti dinden uzak bir yapı olarak görmeye inanmışlar. Dini siyasetten uzak tutmak ne ise, siyaseti dinden uzak tutmak da odur. Biri dine sarılıp siyasetten uzak duran yanlış bir din tasavvuru, diğeri siyasete sarılıp dinden uzak duran bir yanlış siyaset tasavvuru. Siyaseti dinden uzak tutmak sebep, dini siyasetten uzak görmek sonuçtur.
Dine hükmeden bir siyaseti normal gören dindarlık, mahkûmiyetini kabullenen bir tutsak gibidir. İslam toplumu için bu ölümcül bir darbedir. İşte bunun için toplumsal tecdid öncesi bir teceddüde, toplumsal ahlaktan önce bir tahalluka gitmek şarttır. Mekke dönemi Müslümanlarının siyasal zihin dünyasında bu inşa edildi. Mekke döneminde bu ihya edilmeseydi, Medine’nin içtimai/toplumsal devleti inşa edilmezdi. Yıllara dağılımı açısından Mekke’de 13 yıl, Medine’de 10 yıl nübüvvet nakşedildi. Yani, zihni dünyanın ihya ve inşasına, toplumsal devletin bina ve imar edilmesinden daha fazla bir zaman istediğini bilmeliyiz.
Siyaset din ve akide değildir. Ancak din ve akidemizi mahkum eden siyasete karşı çalışmak bir dini ve akidevi vazifedir. Siyaset, din ve akide değildir. Ama, din ve akidemizi hakim edecek bir siyasete çalışmak bir din ve akide görevidir. İlahi vahiy ve Resul-i Ekrem’i devre dışı bırakan bir siyasi anlayışa destek vermek dine bir düşmanlıktır. İlahi vahiy ve Resul-i Ekrem’e dayalı bir siyasal anlayışı oluşturmak ve desteklemek dinin bize yüklediği emanet ve hilafete sahip çıkmak için asli görevimizdir. Hz. Yusuf, “De ki, işte bu benim yolumdur. Ben ne yaptığımı bilerek Allah’a davet ediyorum. Ben ve bana tabi olanlar da (bunları bilerek yapıyoruz.) Allah’ı şirk koşmaktan tenzih ederim. Ve ben müşriklerden değilim.” (Yusuf/108) Siyaset ve dini birbirinden ayırmak eşyanın tabiatına aykırıdır. Mesela, emanet, adalet, ehliyet ve hak-hukuk konularını düşünelim Bunlar siyasetten alınsa siyaset, dinden alınsa din varlık sebebini kaybeder. İnanç ve ahlakın emrinde olan bir siyasal akla olan ihtiyacımız su ve ekmeğe olan ihtiyacımız kadardır. Dini de siyasetten, siyaseti de dinden asla ayıramayız.