سبحان الذي اسر بعبده ليلا من المسجد الحرام الي المسجد الاقصي الذي باركنا حوله لنريه من اياتنا انه هو السميع البصير

"Pak ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan, kulunu, bir gece kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götürdü. O, gerçekten her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” İsra/1

          Kur’an’da Peygamberlere yapılan hitap genellikle isme hitap üzerinden yapılmaktadır. Mesela; يا ادم اسكن , يا نوح، ياعيسبن مريم…Ayetlerinde olduğu gibi... Kur’an’da Hz. Muhammed(sav) dışında ismi geçen diğer peygamberlere de bu şekilde hitap edilmiştir. Ancak Resul-i Ekrem يا ايهنبي يا ايها الرسول gibi Nübüvvet kimliği üzerinden O’na hitap etmiştir. محمد olarak Kur’an-ı Kerim’de dört yerde geçmektedir. Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’in hiç bir yerinde یا محمد şeklinde bir hitabı olmamıştır. Bir de Muhammed, Resul ve Nebi olarak Efendimizden bahsettiği gibi عبد kelimesi ile de ondan bahsetmiştir. Fazilet ve ya ikram açısından رسول ve نبي vasıfları en üstte, ondan sonra محمد احمد gibi ismi gelir. Çünkü o da özel isim olduğu için, عبد  kelimesinden daha özel ve daha faziletlidir. Bu manada İsra ve Mirac mucizesi Resul-i Ekrem’in en büyük ve muhteşem mucizelerindendir. Nübüvvet ve Risalet üzerinden Resul-i Ekrem (sav) yapılan methiyeyi düşündüğümüzde; insanın, ‘İsra ve Miraç’ta da برسوله (risalet) kelimesi ile Onu zikretmesi daha mı uygun düşerdi’ diyesi geliyor. Niçin burada “بعبده” ile zikretmek uygun görülmüştür? Ve niçin Miraca, Mekke’den değil de Kuds-i şerifte bulunan Mescid-i Aksa’dan sağlandı?

Bunu üç hikmet üzerinden anlamaya çalışalım:

Birincisi: Daha önceki peygamberlerin ümmetlerin Peygamberlerinin mucize ve faziletteki üstünlüğü üzerinden aşırılığa giderek onları ilahlaştırdıklarını bildiği için Rabbimiz “بعبده” kelimesi ile sıradan bir kul olarak zikretmiştir. Yani Rabbimiz takdiri olarak sanki şöyle demiş gibi: Muhammed afdal-i mahlukattır. Size göre makam ve mevkisi çok yücedir. Ancak Benim azametim önünde O da sizin gibi kuldur. Bunun için Onu resul ve nebi olarak değil de kullardan bir kul şeklinde zikretmiştir.    

            İkincisi: Ayeti kerimede Resul’ün bir kul vasıflandırılmış olmasının yanı sıra, Mescid-i Aksa’nın takdis edilerek mübarek olduğunun anlaşılmasında muhteşem bir ilahi sırrın saklı olduğu görülmektedir. Yani Mescid-i Aksa’nın kendisi ve etrafına paye olarak verilen takdis ve ayrıcalığın bir başka şeye veya kimseye verilmesinin kabul edilmediğini göstermektedir. Mescid ve Mescid’in etrafı olan Kuds-i şerif bir başkasının katma değerine muhtaç değildir. Şeref ondadır. İzzet ondadır. Ona yanaşanın ona vereceği bir kıymet ve değere muhtaç değildir. Şeref ve izzet sahibi olmak isteyenin onun etrafında pervane gibi olması lazım ki kişinin kendisi izzet bulabilsin. İbarenin “باركنا حوله” şeklinde mübarek olmanın çevresine verilmesi ile izzet ve şerefi onun çevresinde olan ve olmak istemede olduğunu bildirmektedir. “الذي” öyle ki ismi mevsul (Mescid-i Aksa’nın sıfatı) ile verilmesinin bize çok önemli mesajlar verdiğini görüyoruz. Öyle ki deyip başlayan bir cümlenin önem dikkat içindir.

Yüce Rabbimiz, bir taraftan Afdali mahlukatın nübüvvet kimliğini bir kenara bırakmayı murat etmiş, öbür yandan Mescid ve etrafını ise methetmiştir. O’na “بعبده” diyerek bir nevi nübüvvet kimliğini bir kenara bıraktırarak O’nu hem İsra ve Mirac mucizesinin ihtişamı ve hem de kendi azameti karşısında sade bir kul olduğuna indirgediğini iyi anlamamız gerekir. Dediğim gibi işin ilginç tarafı Mescidi ve çevresini ise mübarek olduğunu buyurarak onu taltif ediyor. Sonradan elde edilen tüm kazanımları bir kenara bırakabilenler ancak yükselme manasında “uruc” yapabilirler.

Bunun bize bakan yönü ile bu Mübarek mescidin etrafında özel ve tüzel kimliklerimizi bir yana bırakarak sade kul olma kimliklerimiz ile yetinmeyi bize şart koşmaktadır. Mescidin etrafında yapılan hizmetlerde vakıfların, derneklerin, partilerin, taassubi kavmi yaklaşımlar ve bize has olan tüm özel kimliklerden ayrılmadan Mescid-i Aksa’ya bir şey kazandırma tahayyül ve tasavvuru akim kalır. Her şeyden önce bizim burada ümmeti olduğumuz ahir zaman peygamberinin nübüvvet kimliğinden bağımsız bırakılmayı iyi anlamamız lazım. Günümüz şartlarında Ümmetin ittifak ettiği ortak nokta Mescid-i Aksa ve Kuds-i şeriftir. İşgalci İsrail’in zulmünü telin, Mescid-i Aksa’yı savunmak üzere yapılan hizmetlerde kişi ne kendisini ne de tüzel kimlikleri ön planda tutmaya çalışmamalı. Kim bunu yaparsa Allah onu zelil eder. İslam ahlakı açısından da böyle bir şey yapmak asla uygun değildir. Nebevi metoda da aykırıdır.

En büyük imtiyaz ve şeref sahibi insan ve afdali mahlukat olan şüphesiz ki Hz. Muhammed (sav) dir. Onun da en büyük imtiyazı Muhammed ve risalet hüviyetleridir. Ama Kur’an’ın bu ayetinden aldığımız hüsnü edep ile görüyoruz ki Aksa’nın Rabbi Resulünü bile Mescid-i Aksa ve kudsi şerife götürürken özel kimliğinden ayırdıktan sonra O’nu oraya, oradan da miraca yükseltmiştir. “O mescide yürümek isteyen kişi, tenzili hüviyet yapmadan terfi’i makama ulaşamaz.” Peygamberine kimliğini indirgemeyi gerekli gören Allah, bizim Mescid-i Aksa’ya hizmetimiz esnasında kimliklerimizi ön planda tutmayı hiç uygun görür mü? Mescid-i Aksa ve Kuds-i şerifin karşısında kendine ait kimliklerden elde ettikleri ayrıcalıklarını terk edemeyenleri Rabbimiz oraya yaklaştırmaz. 

Biz ne zaman kendi kimliklerimizi bir tarafa bırakarak Mescid-i Aksa’ya yürüdüğümüzde Rabbim inşallah bize onu fethetme izzetini nasip edecektir biiznillah! O temiz olan izzet ve mübarek Mescide ancak tertemiz kalplerle ulaşmak mümkün olabilir. Tarafgirlik, mezhep, meşrep, kavmiyetçilik gibi kalbi kirliliklerden teberri etmeyenlerin o mübarek beldeyi bırakın fethetmeyi, belki oraya yaklaşma imkanı dahi bulamayacaktır. Ümmetin şu anki hali bunu göstermiyor mu? Bugün oralara gitmemize mani sadece küresel güçleri görmek yanıltıcı olur. Evet, zahirde emperyalist güçleri engel görüyoruz. Bu bir yere kadar da doğrudur. Ancak işin bize bakan yönü ile perde arkasını mutlaka görmemiz lazım. İşin en önemli boyutunun burası olduğu kanaatindeyim.

Üçüncüsü: Ümmetin yükselişi Mescid-i Aksa’dan olacağını göstermektedir. Hatırlayın, Resul-i Ekrem(sav) bir süreç yaşamıştı. Kendisine çokça destek veren amcası ve vefakar eşi olan Hz. Hatice Annemiz vefat etmişlerdi. O seneye “senetul-hüzün” demişti. İşte bu hüzün senesinin ardından “İsra ve Mirac” hadisesi vuku bulmuştu. Biz bunu nasıl anlamalıyız? Demek ki Ümmetin hüzün halinden kurtulmasının yolu olarak Rabbimiz Mescid-i Aksa’yı adres göstermiştir. Evet evet aynen bunun böyle olduğundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Bugün de Ümmet büyük bir hüzün ve dert anı ve asrını yaşamaktadır. Biz Ümmet için de bu asır “Asrul-Hüzün”’dür. Bundan halas olmanın çaresi Mescid-i Aksa ve çevresi manasında “Havlı” olan Kuds-i şerifte ümmetin buluşması ile ümmet yine o izzetli günlerine ulaşabilir. Bunun için diyoruz ki, Mescid-i Aksa ve Kuds-i şerif davası bir toprak parçasının davası ve sorunu olmadığı gibi bir kavim ve topluluk meselesinin çok fevkinde bir meseledir. Ümmetin kulluk, ubudiyet ve davetin merkezi ve başlangıcı şüphesiz ki Mekke ve Medine’dir. Ama Ümmetin özgürlük ve serfirazlığının merkezi Mescid-i Aksa ve Kuds-i şeriftir. Kudsi şerif ve Mescid-i Aksa ümmetin izzetinin test meydanıdır. 

Ancak en büyük engel kalplerimizde henüz atamadığımız yukarıda saymaya çalıştığımız kalp hastalıklarından, kendimizi muhafaza etmeden Aksa’nın özgürlüğü bize nasip olmaz. Biz bu dahili hastalıklardan Kur’an ve Sünnet reçetesi ile tedavi olmadıkça Mescid-i Aksa’yı özgürleştiremeyiz. Kalbi günaha tutsak olanın bir başka tutsağı azad etmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. 

Bu suçun her bir Müslümana bakan yönü vardır. Fakat bu konuda en büyük kabahatın Ümmetin yönetimini elinde bulunduranda olduğu kanaatindeyim. Ümmetin ittifak ve ittihadı önünde adeta idarecilerin bu kalbi hastalıkları birer takoz gibidirler. Bu bağlamda olan liderler (istisnaları dışarıda bırakıyorum) gerek devlette ve gerekse sivil yapıların başkan sıfatında olsun hiç fark etmez. Ama İslam toplumunu oluşturan dindar halk da en azından suçta pay sahibidir. Halk dindarlığı dediğimiz İslami toplumların dini tasavvurunun bu başkan sıfatında olanlardan daha iyi yerde durduğuna inanıyorum. Halk dindarlığında dini asabiyet vardır. Ama grup taasupkârlığı hiç yoktur. Olanları da başkan, efendi ve liderlerin telkini ile olmuştur.

Evet, Mescid-i Aksa’ya yaklaşmak isteyen Peygamberi, kimliğini bir kenara bıraktıktan sonra yüce Rabbimiz Onu yüceltmiştir. O’nun gibi biz ümmetinin de kendi özel ve tüzel kimlik ve vasıflardan uzak durduktan sonra ancak Aksa’yı özgürleştirme izzet ve şerefine yükselebiliriz. Çünkü O Resul her yönü ile bize üsve-i hasenedir. O Kuds-i şerif ve Mescid-i Aksa’ya hangi hal ile gitmiş(götürülmüş) ise biz de o kimlik ve vasıfla gitmeliyiz. Mübarek olan mescittir. Şahısların onun mübarek oluşu önünde hüsnü edeple yaklaşmaları lazım. Bunun en büyük ilacı Kalbi hastalıklardan hali olunmasıdır. Mescid-i Aksa ve Kuds-i şerif kendinden üstün bir kimlik kabul etmez. Kim buna riayet etmişse Peygamberimiz gibi yüce Allah onu aziz edip yüceltmiştir. Bugün etrafında mücadele veren azizlerin tüm Müslümanların gözünde şerefli ve izzetli bir topluluk olarak kabul görmeleri de bundandır.

Kim bu konuda yanlışta ısrar etmişse Allah onu zelil etmiştir. Bugün Ümmetin içine düştüğü zillet de bundandır. Allah’u A’lem! Bu bağlamda tasavvur ve tahayyülümüzü yeniden gözden geçirmemiz gerekir. Bunu kâmil manada anlayabilmemiz için, Kur’an-ı Kerim’de Mescid-i Aksa'nın kutsiyeti karşısında Peygamber kimliğinin dışarıda bırakılması etrafında bu ayeti kerime üzerinden yeniden ve yerinde bir okuma yapmamız şarttır. Bu ayeti kerime üzerinde bu bağlamda çokça çalışmamız gerekir. Bu konuda akademik makaleler şeklinde çok yönlü olarak yazılar yazılmalı. Bize bakan yönü ile en önemli olan kısım, yüce Rabbimizin burada bize sunduğu hikmeti kendi günlük hayatımız açısından Kuds-i şerife bakışımızı bu ayet ile içselleştirme becerisini ortaya koyabilmemizdir. Bu bağlamda Müslümanlar arasında (bu konuda) bir şuur ve bilinci yakalayıp yaygınlaştırmamız gerekir. Mescid-i Aksa temizdir. Onu fethetmek isteyenlerin de tertemiz kalpli olmaları şarttır. İşte bunun içindir ki önce peygamberin kimliğinde tevazu tenzili yapılmış, daha sonra terfii makamına ulaşabilmiştir. Bizden de, Yüce Rabbimizin katında bir kıymet ve şeref sahibi olmak isteyen herkesin burada Peygamberimizin izinden gitmesi lazım. Mescid-i Aksa ve Kuds-i şerife varmak istiyor isek, mutlaka suni hüviyetlerimizden önce zihnen, daha sonra da hayatımızın pratiğinde taassupkarlıklardan uzak durmamız ile ancak mümkün olabilir.