“Bir gün, Nasrettin Hoca yolda yürürken, biri durduk yere ensesine öyle bir vurmuş ki, nerdeyse yere düşecekmiş, hiddetle dönüp bakmış; karşısında tanımadığı genç bir adam. Nasrettin Hoca sormuş:

Evet, gence göre öyleydi. Ama Nasrettin Hoca’nın sızlayan ensesi, korkudan küt küt atan kalbi hiç de öyle demiyordu. Sabrının sınırına gelmiş bir halde, gencin koluna girdi.

Beraberce kadıya gittiler. İkisini de dinleyen Kadı Efendi, Nasrettin Hoca’ya vuran gencin akrabasıydı. Kadı Efendi, Nasrettin Hoca’yı yumuşatıp, akrabasını kurtarmaya çalışıyordu.

Nasrettin Hoca ısrar etti.

Kadı efendi, bunun üzerine akrabası olan genç adama dönüp kararını verdi

Nasrettin Hoca, para almaya giden genç adamın dönmesini bekledi. Bir saat geçti, iki saat geçti, ama genç adam ortalıkta gözükmüyordu.

 

Mahkeme kapısının kapanma saatine kadar bekleyen Nasrettin Hoca, kalktı ve kadı efendinin ensesine okkalı bir tokat indirdikten sonra dedi ki:

Hak ve adalete dair, ders misali harika bir fıkra...

Hiç kuşkusuz bir konuda hüküm verirken adaleti sağlamak için, sadece muhatabın hislerini anlamak yetmiyor. Özellikle son yıllarda Fransız kültüründen, ithal ettiğimiz ve insani ilişkilerimizde, söylemlerimizde sıkça yer alan empati kavramıyla çoğu meseleyi çözemediğimiz gibi.

Nedir empati hatırlayalım:

“Empati, eşduyum ya da duygudaşlık, bir başkasının duygularını, içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek demektir. Kendi duygularını başka nesnelere yansıtmak anlamında da kullanılır.”

Buraya kadar güzel.. Empati kurmak adına, herhangi bir konuda karşımızdakini anlamak için, onun duygularını içselleştirdik. Yahut kendi duygularımız üzerinden, anlamaya çalıştık  çoğu şeyi.. Ama bu şekilde kısır bir döngüde patinaj yaparak, hak ve adalete Fransız kaldık çoğu kez.

Peki ya sonra?

Eylemsel olarak gereğini yapmadığımız için, o çok güçlü sandığımız empati kavramı, pasif bir duygusal yoğunluktan öteye götüremedi bizleri.

Zaten sıkça oynadığımız empati oyunlarıyla tatmin olup, her geçen gün, eylemsel olarak hak ve adaletten uzaklaşıyor olmamız, bunun en açık örneği değil mi?

Büyükten küçüğe, herkes çok anlayışlı, ince düşünceli, empatik ve sempatik..

Ancak hak, hukuk, adalet yerlerde geziniyor...

Peki, ama neden?

Elbette bu uzunca bir konu. Ancak batı menşeli olmayan, vahiy merkezli kavramlarımızdan, değer ve ölçülerimizden acilen istifade etmemiz gerekiyor.

Burada Konfüçyüs’e ait olduğu söylenen, konuya ışık tutacak güzel bir sözü de zikredelim:

Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma.”

Pek çok toplumsal sıkıntıyı çözecek icra edilesi bir söz.

Kimden gelirse gelsin, hikmete sarılmak şiarıyla hareket edecek olursak, istifade edilebilir bir ölçü.

Zira ne buyurmuştur Rasûlullah (s.a.v)?

“Hikmet, (değerli bilgiler) müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.” (Tirmizi)

Yani Doğu ve Batı kültürü ile körü körüne bir düşmanlığa sevk etmek değil gayemiz.

Ancak bizim hak ve adalet konusunda oradan, buradan hikmet aramak yerine, bizzat hikmetin kaynağından ve merkezinden alacağımız ve uygulayacağımız muazzam ölçülerimiz var, unutmayalım!

Gelin bazılarını hatırlayalım:

“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” (Buhârî,)

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvâya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”(Maide,8)