Yorgunluktan bitap düşmüş kadıncağız bir oraya, bir buraya koşuşturdu durdu..

Ama nafile.. Hiçbir yerde yoktu küçük kızı...

Tekrar seslendi:

Kızım, yavrum neredesin?

Neredesin, canımın içi, yüreğimin goncası söyle neredesin?

Tam o sırada, küçük kız gülerek ve muzip bir eda ile çıkageldi ve hoplayıp zıplayarak:

İşte gördün mü? Ne de güzel saklanıyorum ben. Hem ben saklandım mı, sanki kayboluyorum de mi? Bulamıyorsun beni..

Kadın şefkat, merhamet ve ancak bir annenin bakacağı hayranlık dolu bakışlarla baktı yavrusuna...

Yürek dolusu, çok şükür dedi, gayri ihtiyari...

Ya kaybolsaydı ciğerparesi, ne yapardı?

Ey güzel Allah’ım! Hiç kimseyi evlat acısıyla sınama ve beni de diye dua etti...

Hayattaki en büyük korkularından biri, evladını bir yerlerde kaybetmekti nedense...

Günler birbirini, yıllar birbirini kovaladı ve artık kızı okul çağındaydı..

Kaybedip duruyordu her şeyi.

Anne! Defterimi bulamıyorum..

Çalışma masanın üstünde kızım..

Anne! Çantamı bulamıyorum..

Dolabında kızım..

Anne! Kalem kutum kayboldu..

Çantanın, ön gözünde kızım..

Annecim gördün mü? Ben her şeyi kaybediyorum, sen hemencecik buluyorsun dedi, tatlı tatlı gülümseyerek...

Ortaokul, lise yılları da böylece geçiverdi...

Kız kaybetti, annesi buldu...

Artık büyümüştü ve göz dolduran bir kız olmuştu. Sorumluluğunu biliyordu. Ne defter ne kalem ne de çantasını kaybetmiyordu (!)...

Ama bir sorun vardı...

Günden güne değişiyor, dönüşüyor ve farklı yerlere evriliyordu kız...

Bu hali, ortaokul son sınıfta başlamış, lise de artmış ve şimdi had safhaya ulaşmıştı...

Ama çözemiyordu durumu..

Kızı ellerinden kayıp gidiyordu adeta...

Düşünceleri, fikirleri, giyimi, tarzı, ibadetleri çok değişmişti...

Anne sancı çekiyordu ve kız da sancı çekiyordu. Pek konuşmuyorlardı artık.

Paylaşımlar, muhabbetler azaldıkça azalmıştı.

Kızı hakkındaki endişeleri artmıştı fakat, kendine bile söylemekten çekiniyordu...

Böylece geçiyordu günler..

Bir gece vakti ansızın, uykusundan bir el uyandırdı..

Tanıdık ama, tanıyamadığı bir el!

Sonra, karanlığın içinde bir çift göz ile göz göze geldi...

Anne uyan! Anne uyan? Anne uyanmalısın diye ağlamaklı, yalvaran bir sesle onu uyandırmaya çalıştı bu, uğruna canını feda edebileceği bir çift gözün sahibi...

Birdenbire irkildi, silkindi kadın, kızının ellerini tuttu korkuyla...

Sadece kulaklarıyla değil, tüm zerreleriyle, tüm hücreleriyle dinliyordu onu...

Kız..

Anne! Kayboldum ben.. Kendimi kaybettim ben.. Bulamıyorum anne! Dedi feryat ederek...

İşte korktuğu başına gelmişti!

Kaybolmuştu kızı.. Canının içi, yüreğinin goncası.. Ne güzel saklanmıştı(!) Bulamıyordu işte onu. Belki cismi buradaydı, ama ruhu kayıptı..

Bedeni kollarının arasındaydı, ama benliği kayıptı...

Bu nasıl bir kayboluştu ki, bulamıyordu yavrusunu...

Bu kayboluş serüveninin acısı hem onu hem yavrusunu yakıp kavuruyordu...

Nasıl olmuştu da fark edememişti..

Yavrusunun yavaş yavaş ve hızla kayboluşunu...

Önce neleri kaybetmişti de sonra kendisini kaybetmişti kızcağız!?

Acıyla uyandı, dosdoğru doğruldu! Yavrusunu bulmak için önce bunları bulup, yerine koyması gerektiğini çok geç olsa da anlamıştı!

Sonra şu duayı yapıp, yıldızları kaymış, kapkaranlık bir geceye, nura ve hidayete hasretle, şu duayı bıraktı...

“Bana yavrumu yoktan var edip veren, emanet eden Rabbim! Emanetine hakkıyla sahip çıkamadım, kaybettim!...

Önce beni bağışla ve sonra da yavrumu bana tekrardan bağışla! “

Herkesin bir yerlere mesajlar, iletiler, sloganlar bıraktığı şu günlerde, biz de bu köşeye, böyle bir kayıp hikayesi bırakıyoruz...

Kaybetmeden bulmak, acıyla uyanacağımız uykulara dalmamak, duası ve umuduyla...