Vaktiyle küçük bir çocuk, aylarca, evlerinin karşısında bulunan tepedeki eve gıpta ve hasretle bakar. Evin çatısı parıl parıl parıldamaktadır. Çocuk bu evin çatısının altın bir çatı olduğundan neredeyse emindir. Her gün aynı zevk ve azimle camın karşısına geçer ve karşı tepedeki evi izler fakat,  izlemeye doyamaz. Yine böyle bir gün, içinde ukdeye dönüşen merak- heyecan- keşfetme isteği karışımı hislerinde çekim gücüyle yola koyulur. Amacı bu altın çatılı evi yakından görmek ve içindeki bu hasrete son vermektir. Evden çıkar biraz yol alır, evine bakar. Kendi evi eski ve artık onun için can sıkıcıdır. Heyecanı ve cazibesi kalmamıştır yani.

Yol alır, ilerler ilerler...

Arkasına bile bakmaz, yüzü altın çatılı eve dönüktür şaşkın yolcunun. Revan olduğu yolun engelleri de tatlı gelir. Karşısında altın ev göz alıcı parıltısıyla ışıl ışıldır. Derken eve yaklaşmaya başlar; yaklaşır/ yakınlaşır. Neredeyse aylardır hasretiyle yanıp tutuştuğu evin artık bir dokunma mesafesi kadar yakınındadır. Fakat bir sorun vardır; altın çatılı eve yaklaştıkça, aslında bu evin kendi evinden farklı bir tarafı olmadığını fark eder.  Ancak asıl ilginç olan şey ise, arkasında bıraktığı evine dönüp baktığında, karşılaştığı manzaradır. Karşı tepede bulunan kendi evi güneşin ışıklarıyla ışıl ışıl parlamaktadır. Artık altın çatılı ev kendi evi olmuştur.

Küçük bir çocuğun masum dünyasına götüren bu hikâye, aslında yetişkin insanların da çoğu kez içinde bulundukları ahvali  gözler önüne serer nitelikte. Her insanın hayatının her hangi bir bölümünde mutlaka içini kemiren bir ‘gitme' güdüsü oluşur.

Birbirinden farklı sebeplerden dolayı.

Kaçmak...

Keşfetmek...

Var olan mekân ve insanlardan bıkmak, gibi...

İçsel yolculuğunu sağlıklı yapamadan, kendiyle basiretli bir şekilde yüzleşemediğinden;  hayat içinde karşılaştığı hikmet ve hakikat işaretlerini de yetim bırakarak, huzuru- mutluluğu- erdemi- kendini gerçekleştirmek ve keşfetmek için lazım olanı hep ötede/uzaklarda arar. Çoğu kez burnunun ucunu görmez, burun kıvırır. Neticede kıvrım kıvrım yollarda bulur kendini.

Muhakkak ki hakikatin yolcusu olup, hikmetle yol almak için, bazen gitmek gerekebilir; herkesten ve her şeyden. Ancak bu konuda çok hassas olmak gerekir. Geride bırakılan, bir tarafa paçavra gibi atılan, kıymeti bilinmeyen, gün gelir özlemini duyacağımız kıymetlilerimiz olabilir.

Aradığımız hazineyi dönüp dolaşıp başladığımız noktada bulabiliriz. Tıpkı Paulo Coelho'nun Simyacı eserinin baş kahramanı Endülüs'lü çoban, Santiago'nun kırktan fazla ülkeyi dolaşıp, aradığı hazineyi başladığı yerde bulması gibi.

Tabi Tolstoy'un, ‘’İnsan ne ile yaşar'' eserindeki girişimci (!) köylü Pahom'un hazin sonu gibi bir son da her daim olası bir durumdur.

Arkasına güneşi alıp, hep daha fazla- daha fazla hırsıyla varacağı menzilden uzaklaşıp, yüzünü menziline dönünce de menzille vuslata ermeden kaybetmek de vardır.

Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmak gibi.

Aslında gitmek fiiline hikmet libasını giydirebilmek için, hep kendimizden, bize ait olandan, ait olduklarımızdan gitmek yerine, bilakis kendimize doğru bir yolculuk şiarımız olsa, daha isabetli olur.

Zaten hedefine ulaşmış başarılı yolculukların sonunda hep kendi özüne dönmek yok mudur?

Kendimizden gitmek ve geçmek yerine, kendimize özümüze/ fıtratımıza ve tüm zenginliklerimize gelmemiz duasıyla...