Son zamanlarda, gerek toplum ve gerekse fert olarak yakındığımız sıkıntılardan bir tanesi de; gün geçtikçe nitelikli bireylerin sayılarının hızla azalması.

Azlık/ çokluk veya neyin azlığı neyin çokluğu derken; yıllarca ‘ kemiyet mi/keyfiyet mi?’ sorusuna verilen cevaplar, zamana ve zemine göre sık sık değişti durdu. Şunu kabul etmek gerekir ki, nicelik peşinde koşarken nitelik arayışları alaşağı olmuş durumda. Buna zaten var olan insani değerler göçünü de eklersek durum oldukça vahim.

Bu durum Ümmet'i derinden sarsacak boyutta. Bu nedenle tabloda vahdet değil vahamet boy gösteriyor.

Hiç şüphesiz geçmişte de günümüzde de, Ümmetin yeniden vahdete kavuşması adına toplumun ihyası ve inşası için çok çalışmak gerektiğinin vurgusu hemen hemen her kesimce yapılmıştır. Ümmet davasını en asgari düzeyde anlayan için bile bu tartışılmaz bir hakikat olarak kabul edilir.

Yine aynı şekilde, bu muradın gerçekleşmesine esbap olacak hizmetleri yapabilecek donanımda ki fertlerinde, ancak samimi ve kaliteli Müslümanlar olabileceği de hemen peşi sıra kabul edilen bir hakikattir.

Zira Ümmet; bölünmüş- parçalanmış- yaralanmış- acı çekmektedir. Acilen yaraların sarılması bölünmüşlüğünün vahdet ile tedavi edilmesi gerekmektedir.

Pek tâbidir ki bu ancak Müslümanlar eliyle Allah (c.c) yardımıyla olacaktır. Başka bir alternatif var mıdır?

Yoktur, asla da olmayacaktır...

Hâl böyle, koca bir alem olan, Alemi İslam'ın yaralarını sarıp onaran Müslümanlara ihtiyaç var iken; hemen her birimizin yakinen fark ettiği bir fazilet  ‘SOS’ sinyali veriyor.

Protein gibi Müslümanlar hızla azalıyor. Yapıcı/onarıcı özellikleriyle, birbirine bir duvarın tuğlaları gibi kenetlenmiş Müslümanların arasında çimento görevi gören Müslümanlar artık neredeyse bulunamıyor.

Ümmetin sıkıntılarının yanında sıkıntıları ufacık kalan Müslüman toplumlar henüz kendi vücutlarını bile vahdet ile doğrultamıyorken Ümmeti nasıl doğrultacaklar?

Kendini doğrultamayan Müslüman kime ne yapsın?

Fert fert psikolojik ve sosyolojik açıdan tedaviye/ahlâken ve vicdanen takviyeye muhtaç Müslümanların sayıları her geçen gün artıyor. Şifaya muhtaç gönüller çoğaldıkça çoğalıyor.

Yapıcı ve onarıcı, kendi nefsinin zaaflarını aşıp Müslüman kardeşini her anlamda ikmâl eden Müslümanlara ihtiyaç artıyor.

Bu sebeple;

Yaralayan değil yara saranlara, enerji alan değil enerji verenlere, itekleyen değil omuz verenlere, nefret ettiren değil müjdeleyenlere, kulak tıkayan değil anlamaya çalışanlara, daralan-bunalan sinelere bir İnşirah ferahlığı verenlere, elinde kalan son umudu bile cömertçe paylaşanlara ihtiyacımız var...

Tıpkı, Yermuk Savaşı’nda ölmeden önce suyunu kardeşine vermeyi tercih ederek, susuz gitme pahasına îsar zırhını kuşananlara ihtiyacımız var...

Kardeşlerine yukardan kuş bakışı bakanlara değil-göz göze gelip gözündeki hüzün perdesini aralayarak, muhabbet güneşinin içine girmesine vesile olanlara ihtiyacımız var...

Kocaman yürekleriyle imanlı yürekleri bir çınar gibi gölgelendiren-sinelerinde konaklatarak yorgunluklarını alan, ihya ve inşa işçisi Müslümanlara ihtiyacımız var...

Her karanlık çöküşünde, kendilerini hatırladığımız zaman içimizin ışıl ışıl aydınlandığını idrak ettiğimiz nurdan kandillere ihtiyacımız var...

Hani şu; ‘’Çevrelerine ışık saçarken kendini bitiren mum misali yanan kandillere...’’

Kuşkusuz İslam Davası için çalışan, protein misali yapıp/onaran çok isimsiz kahraman tanımışızdır her birimiz. Ancak ne olduysa artık bulunamaz oldular.

Gençlerin rüyalarını süsleyen; aksiyon sahibi- çalışkan ve umutlu Müslümanlar yok olmaya başladı birer birer.

Hatta zamanla; yerinde sayan- pasifize olmuş- kendine bile faydası olmayan- somurtkan ve müzmin hastalara dönüşenlerde oldu...

Yaşanmışlıklar yıpranmışlıklara dönüştü demek ki...

Ancak yerleri halâ doldurulmayı bekliyor. Önce doğrulan sonra yerlerini dolduranlardan olmaları bekleniyor.

Hakikat şu ki; protein gibi Müslümanlara ihtiyacımız çok var. Ancak Rabbimiz (c.c) önce bizleri yakıcı ve yıkıcı değil, yapıcı ve onarıcı Müslümanlardan kılsın...