Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah`a; salât ve selam da O`nun pâk Resul`üne olsun. Ebu Hüreyre(r.a)`den rivayet edildiğine göre Efendimiz(asv) şöyle buyurmuşlardır:
“Andolsun ki kıyamet kopacaktır. O kadar ki alıcı ile satıcı, aralarındaki elbiseyi açacaklar ama alışveriş henüz tamamlanmadan ansızın kıyamet kopacak. Açık kalan elbiseyi katlayıp dürmek mümkün olmayacaktır. Yemin ederim ki elbette kıyamet kopacaktır. Öyle ki, sağmal devesinin sütünü sağıp gelen kişiye ondan içmek nasip olmadan ansızın kopacaktır. Şüphesiz ki kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ki kişi, havuzunu sıvayıp onaracak ama kıyamet ansızın kopacak da havuzun suyunu kullanmak mümkün olmayacaktır. Kıyamet elbette kopacaktır. O kadar ki, yemeğe başlayan kişi lokmasını ağzına götürecek fakat ansızın kıyamet kopacak ve o lokmayı yemek nasip olmayacaktır.”
Sanki saniyelik bir durumdan bahsediyor Efendimiz(asv), anlık fakat dünyayı ortadan kaldıracak bir olaydan. Nitekim dağların serap olup yürütüleceği yahut atılmış yün gibi olacağı şeklindeki ayet-i kerimeler de bu husustaki en çarpıcı örneklerdendir.
Evet, kıyamet kopacak, bunda şüphe yoktur. Kıyamete kadar yaşar mıyız yaşamaz mıyız onu da elbette Allah bilir. Ancak acaba ölüme hazır mıyız? Ölümden sonrasına, kabre, hesaba, Münker ve Nekir`e… Üzerimizde hakkı olanlar varken, kırdığımız kalpler, yaktığımız yürekler, uykuyu haram ettiğimiz gözler, yıktığımız hayaller varken, içine düştüğümüz kabirde yaşadığımız sorgu sual mi daha zordur, yoksa o dar ve karanlık mekândan sesimizi duyuramamak mı?
Ölüm insanın şahsî kıyameti gibi. Kıyamet suresinde “Hayır! O bel kıran geldiği zaman ‘Okuyup üfleyen/kurtaran yok mu?` denilir. Kişi ayrılık vaktinin geldiğini anlar. Bacak bacağa dolaşır. O gün varış ancak Rabbinedir…” buyruluyor. Çare yok artık, kaçış yok! Emri alan ölüm meleği gelmiş ve kişinin üzerindeki görevini ifa etmeye başlamıştır. Azrail (as) doktor değil ki insan “Ben iğneden korkarım, hap ver.” diyebilsin. Diş hekimi değil ki “Antibiyotikle idare ederim, çekme yeter ki!” desin. Nasıl emir almışsa öyle… İşini bitirmeden de gitmeyecek, iman ettik buna.
O emir gelmeden önce düşünmemiz gerekmiyor mu, yapmamız gereken neleri erteledik ve yapmamamız gereken neleri yaptık diye? Kara toprağın altında kara kara düşünmeye başlamadan, kapısız olan o dar odaya girmeden, Rabbin huzuruna çıkmadan kendimizi sorgulamamız ve ölmeden önce ölmemiz gerekmiyor mu?
Hangi hayırlara engel oldum, hangi şerlerin yolunu açtım? Hangi yönde çığır açtım, hangi kötülüklerin irtikâbına sebep oldum? Evlatlarıma iyi bir ana-baba olup İslâmi terbiyelerini en güzel şekilde vermeye çalıştım mı, yoksa başımdan savmak için sağa sola, televizyon karşısına, internet başına mı terk ettim? İnsanlara huzur vesilesi miydim, huzursuzluk mu? İslam davasının sırtındaki tabut muydum yoksa davayı omuzlayan kutlu bir hamal mı? Sorunların mı kaynağıydım yoksa çözümlere mi vesile idim? Veren el miydim, alan el mi? Verdiklerimde beklentilerim nelerdi; Hakk`ın rızası mı, kulların teveccühü mü? Bir Hatice, bir Ebu Bekir (r.anhum) olmak için elimden geleni yaptım mı mesela? Ya da ‘Herkes benim işimi yapsın, bana hizmet etsin.` mi dedim?
Sorular uzayıp giderken, bu aciz kardeşiniz şu yazıyı yazarken ve sizler de okurken ömrümüz biraz daha kısaldı, farkında mısınız? Bir önceki kelimeyi okurken ki kısacık an dahi geri gelmeyecek. Alıp verdiğimiz her nefes adeta geri sayım sayacımız. O halde Rabbimize yakaralım:
Rabbimiz! Bizleri, razı olacağın en güzel şekle getir ve soyumuzdan gelenleri de Sana ve Resul`üne itaatkâr, namaza büyük bir aşkla bağlı olanlardan eyle. Allahım! Bizleri, Sen`i seven, Sen`in sevdiğin ve Sen`i insanlara sevdirenlerden eyle. Ey Mevlâmız! Ölümü bizim için acı bir son değil, kutlu bir başlangıç eyle. Âmin…