İbn-i Muhayrız isimli âlim, elbise almak için bir mağazaya girdiğinde, içeride bulunanlardan bir tanesi bu şahsı tanıyarak büyük bir hürmet ile dükkân sahibine;  “Bu çok muhterem zât, İbn-i Muhayrız`dır” diye tanıttı. İbn-i Muhayrız, kendisine bu tanıtma ile özel bir muamele yapılacağını hissederek hemen orayı terk eder. Çıkarken ise şu meşhur cümlesini kurar; “Biz paramızla alışveriş yapmaya geldik, dinimizle değil.”

Görüldüğü üzere kapital ve kapitalizme karşı bir duruş ancak bu kadar net ve kararlı bir biçimde sergilenebilir. Biz modern çağın insanlarının her türü ile sosyalizme karşı duruşu sergiler iken asıl imtihanın para, makam ve mevki ile olacağını es geçerek ahlaki erozyona tâbi tutuluşumuz; sistemin “Komünizm ile Mücadele Derneği “ kurup bize tepside teslim edişinden beri adeta bir manipülasyon unsuru oluşumuz ile ilgili.

Kim ne derse desin bir inanç erbabının birine düşman olurken diğeri ile hemhâl oluşu sadece inanç meselesini ilahi bir ilham değil de sanki adeta yaşadığımız dünyanın verilerinden elde edilmiş bir ders olarak algılayışımız ile ilgili.

Yine tarih sahnesinden emsalsiz bir örnek ne demek istediğimizin anlaşılabilmesi için ya da bizim anlatış eksikliğimizi izale etmesi bakımından oldukça manidardır.

Ebu Hanife`nin yanına gelen bir adam; “Yâ İmam, namazda aklıma hep sahip olduğum servet aklıma geliyor ve develerimi bir türlü aklımdan çıkartamıyorum. Siz ise benden kat be kat daha fazla mala mülke sahipken nasıl oluyor da namaza itminan ile durabiliyorsunuz?” Ebu Hanife ise şu muhteşem cevabı verir: “Ben develerimi ahıra bağlıyorum, kalbime değil.”

Hâsılı inanç, insana istikamet sağlamıyor ve bu istikameti de laik bir dünya algısı ile tasdikliyor ise elbette ki mevcut çözülmelerden ve tahribattan söz etmeye hakkımız olamaz. Bu dünya ile birlikte ahireti, buradaki davranışımızın hesaba yönelik bir vetire, kopmaz bir bütünlük arz ettiğini hem kelam ile hem de hâl ile kendimize ispat edemiyor isek, inanç dediğimiz hasletin bir tahayyül, bir zihin jimnastiği olduğunu yadsımamamız gerekiyor.

Bu tarihte Türkler için kullanılan şu absürt yakıştırmaya benzer. Zaten tek tanrılı olan bu kavim, Karahanlılar zamanında topluca İslam`a dâhil oldular! İman bireyin en büyük yetisi iken bireysellikten çıkarıp bu işi bir sultana tâbi olarak, “o girdi ise biz de gireriz” basitliğine düşürmek adeta sultanın sultası altında dinli ya da dinsiz olma ameliyesine götürür bu minval ile.

Çözüm süreci, yaşanan bu kayıkçı kavgaları ile birlikte insanları devletin ve sistemin kulu haline getirmekte. Bize düşen ise paramızla mı, yoksa devlete olan ahd-ü peymanımız ile kazandığımız itibarımız ile mi alışveriş yapacağımızın tercihi. Allah`ı hesaba katmayan hiçbir siyaset, hiçbir tefekkür, hiçbir imtihan, hiçbir itibar; insanı eşref-i mahlûkat kılmaz. Müslüman hem öncü hem de hayat nizamını tercih edişi bakımından öncüldür. Nesne değil öznedir. Numune-i imtisal olmayan hiçbir birey yekdiğerini öteki kılıp küçülmemelidir.

İslam, insanlığın üzerine bina edilmez ise netice hüsrana sebebiyet verir. Müslüman hem kendi hem diğeri ve de tüm insanlar için tefekkür, tezekkür ve dahi teakkul kılmalıdır. “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” diyen bir Rasul`e ittiba etmeyen hiçbir akıl ne ahlâkı ne de ahireti idrak edemez.

Bahaeddin Nakşibendi Hazretleri`ne sorarlar, imtiyazlı kul olabilme adına akraba çıkmak isteyen kemterler; “Soyunuz nereye ulaşıyor efendimiz?”  Hazret insanların hasret kaldığı makul cevabı verir; “İnsan, soyu ile hiçbir yere ulaşamaz. Vaktaki huyu güzel ola.”