Bismihi Teâla. Burası dünya… Güneşi var; yazın yakar, kışın mağrur mağrur bize bakar, ısıtmaz içimizi caka satar. Baharı var; geldiğinde seviniriz. Kışlıkları kaldır, yazlıkları çıkar demeden baharda göz kırpıp kaçar.
Ne çok tat ve lezzetlerle donatılmış bu dünya. Yüzeysel baktığımızda muhteşem bir güzellik. Başımızın üzerinde mavinin tüm ihtişamlı tonları. Ve mavi ile cilveleşen bulutlar. Pamuklu şeker gibi bize gülümser. Gece bir başka güzeldir sema, gündüz bir başka… Ve ayaklarımızın altındaki toprak… Her anımız bir şükür vesilesi. Toprak sen iyi ki varsın. Ayaklarımızın altındasın. Envaı çeşit lezzetleri bize sunarsın. Yaşarken üzerine evler inşa ettiğimiz, gözlerimizi yumduğumuzda yine ev sahipliği edensin. Ağaçlar, sizler de iyi ki varsınız; nefesimiz, gölgemiz, emniyetimiz, gıdamız, ıssızlığımız, dinlen timizsiniz. Nereye baksak… Dünya; Rahman`ın ayetleri ve lütuf kârlığının tecellisi. Arştan arza edalı edalı inen yağmur; sen de rahmetsin ve ayet ayet yeryüzünü sularsın. İşte burada duralım. “Haber verin; eğer suyunuz yerin dibine göçüverecek olsa, bu durumda kim size bir akarsu kaynağı getirebilir? Başımızdan aşağı kaynar su gibi akan bir ayet.
Ayaklarımızın altındaki zemin yeryüzünde konforla hareket etmemizi sağlayan bir döşek ve sema bizim korunağımız olan bina. Öyle buyuruyor Yüce Mevlâ. Hatırlayın diyor, bilin diyor, ikaz ediyor. Nerde olduğunuzu, ne için orada bulunduğunuzu, malik olanı derk edin diyor. Lezzet alıp soluduğunuz o muhteşem mekân benim ve siz de benimsiniz. Yaratan da benim, sahip de benim. Sizi orada mutlu eden de benim, hayatı alan da veren de benim. Övünüp durduğunuz gökdelenler de benim. İstersem bir depremle yerle bir ederim. İstersem kana kana içip durduğunuz suyunuzu keserim. Evlat veririm, benim dinim için rızam için büyütün derim. İstediğimde ellerinizden çekip alırım. Tıpkı kendi canınızı aldığım gibi.
Burası dünya… Çok sevdik, seviyoruz, çocuklar gibi şenleniyoruz. İçinde ölüm de var biliyoruz. Elimizin tersi ile itiyoruz. Bir kenarda dur hele diyoruz. Haddini bil diyoruz ölüme. Haddini bildiriyoruz kendimizce. Uzak tutuyoruz. Ta ki tenimize teğet geçinceye kadar… Yanı başımızdan birilerini alıp önüne katıp götürene kadar. Afallıyoruz. Ölüm sen varsın diyoruz. Bir koyun sürüsünün içine dalıp koyunlardan birini götüren koyunların telaşı kadar sürüyor içimizdeki ölüm korkusu. Kurt uzaklaşınca hayat devam ediyor.
Haberlerden haberdar olmak için açtığımda televizyonu olanlar olmuş… Her bir haneye ölüm konmuş. Unutacağız, hep unuttuk. Yakında unutacağız. Soma, yine mesai yapacak sobalar için. Yaşam odası bulunmalı, bunun için yasal düzenlemeler bulunmalı söylemleri de düşecek gündemden.
Burası dünya… Her an başımıza yıkılabilir ve altında kalabiliriz. Kendi faciamız bizi bulduğunda bir yaşam odamız var mı inşa ettiğimiz?
Adını dillere ve yüreklere kor gibi düşüren Rabbim... Sen ki Rahmân ve Râhim olansın. Sana layıkıyla şükretmemizi nasip et. Ayetlerini fehmettir Rabbim.
Güzelliklere gark olduğumuzu düşünerek yaşam sürüyoruz Rabbimizin döşeği üzerinde. Mağruruz salına salına yürüyoruz… Rabbim bir sallıyor ayaklarımızın altında ki zemini… Ölüm değiyor gözlerimize. Güzellik sandığımız dünyadaki nimetleri elde etmek için ne çok uğraş veriyoruz. Ellerimizi ısıtmak için madenleri kazmak gerek. En sevdiğimiz yemeğin damağımıza tat verene dek nerelerden geldiğini, geçirdiği evreleri düşünelim. Çiftçinin bir domates için kaç gün çile çektiğini. Yaptığımız yemeği pişirme gayretini veren kim? O gayret, şevk ve iştiha olmasa kalkabilir miydik yerimizden? Anneyi en tatlı uykusundan bebeği için kaldıran şefkat kimin? Babaya geçim uğruna mesai yaptırma mecalini kim verdi? Geldi yiyecekler sofraya. Dilimizdeki lezzet alma hissi kimin? Yedik, doyduk. Hani çok seviyorduk bu yemeği? Yesene bir daha? Yiyemezsin… İşte sen bu kadarsın insan. En çok sevdiğin yemeği sana veren de O, sevdiren de O, Onu elde etmek için sana gayret veren de O. Sevip durduğun dünya işte bu. Kumdan bir kale… Sen sevdiğin bir yemeği doyduktan sonra bir kere daha yiyemezsin.
Biz işte böyle meşakkatli ve geçici bir dünyayı seviyoruz. Kan ve kömür kokusu bu ayeti düşürdü yâdıma...
“Hadi, bakıversin insan, kendi yiyeceğine”
Ah dünya… Yine hiç beklemedik anda beklemediğimiz yerden vurdun ya... Biliyor musun dünya? Sen öleceksin... Ve dirilmeyeceksin... Bizler dirileceğiz… Bunun bilmekteyiz de… Ötelemekteyiz… Senin geçiciliğine karşı körüz… Ve Rabbimize karşı pek bir nankörüz…