Kaç sene evveldi elan hatırlayamıyorum. Hem senenin ne önemi var ki. Akıp gider zaman ve yerine yeni bir yıl geliverir elbet. Bu hep böyle olur.
Vakte dair tek hatırladığım karlı bir kış günüydü. Bulunduğumuz yer bir otobüs terminaliydi. Beklemekte olduğumuz otobüs, uzağımızı bizlere yakın edecekti. Yalnız değildim. Yanımda ikinci dereceden akrabamız olan bir bayan ve üç çocuğu ile birlikte bindik istikameti Batı Karadeniz olan, bizi kendi soğuklarımızdan daha da soğuk diyarlara sevk edecek otobüse…
Otobüsün en minik yolcusu benim kucağımdaydı. Yol boyunca da bu böyle devam etti.
“Nereye gidiyoruz biliyor musun biz şimdi” Diye sordum minik yol arkadaşıma. Amacım biraz sohbet etmek ve yolculuğun ruhuma verdiği kasveti bir nebze olsun dağıtabilmekti. “Babama” dedi. Ve sustu arkadaşım. O “babama” dedi ve sustu. Lâkin suskunluğun konuşmaya başlamasıyla saatlerce konuştu birileri. Hüzün, acı, mutluluk, heyecan, hasret, kayıp yıllar, umudun koynundaki saklı bayramlar, babasız atlatılan ateşli hastalıklar… Kucağımdaki küçük kız sustu. Acısı susmuyordu. Bundan da ötesi onun acısını bende susturamıyordum. Kimse susturamazdı.
Burası Batı Karadeniz`de ki F tipi bir cezaevi kapısının önü. Epeyce bekledik kapıda. Dün geceyi otobüs de geçiren kadın yorgunluktan ayakta duramıyordu. Ama durmalıydı ayakta. Dimdik ayakta durmalıydı. Üşümemesi için oldukça kalın bir battaniye ile sarmaladığı üç yaşındaki kızı uykuya dalmıştı. Onu kucağında tutmak zorundaydı. Ve hemen yanında el ele tutuşmuş biri beş, diğeri yedi yaşında olan iki çocuğunun ayakları da annesinin kalbi üzerindeydi. “Anne ne zaman içeri gireceğiz” diye tekrarlanan sorulara “birazdan yavrum” demek zorunda kalan bir kadındı yanımdaki.
Arama, arama, son aramalardan ve hiç bitmeyeceğini sandığım resmi işlemlerden sonra görüş yerinin yakınına kadar geldik. Bizi o kadar bekletmişlerdi ki tahsis edilen sürenin neredeyse yarısı bitmek üzereydi. Yanımdaki acılı anneyi en çok endişelendiren de buydu sanırım. O kadar yol geldikten sonra beş on dakikalık bir görüşmenin ardından yine gerisin geriye dönmek. Ben açık görüş olacak diye bekledim. Doğrusu ilk defa bir mahkûmla görüşecektim. Meğerse açık görüş günü değişmiş ve mahkûma bu durumu ailesine bildirme imkânı tanınmamış. Hoş yanımdakiler kapalı görüşe de razıydılar. Zira bu çetrefilli ve meşakkatli ortama alışıktılar. Benim minik yol arkadaşım babasının ellerini tanıyamamışken bir gece vakti sıcak ve anne kucağı kadar güvenli evlerine ayakkabıları ile giren siyah elbiseli, maskeli insanlar babalarını onlardan çekip aldıklarında sekiz aylıktı. Yürümeye başlamadan mesken tutmuştu cezaevi yollarını.
Nihayet bakınıp durduğumuz pencerenin gerisinde bir siluet belirdi. Ben yanımdaki çocukların “baba, baba” demesiyle pencerenin gerisindeki insanın mahkûm edilen akrabam olduğuna kanaat getirdim. Evvelinde kaç defa görmüşlüğüm vardı ama onu tanıyamadım o an. “Nasılsın” diye sorulan, mutlak sorulması gereken, cevabının sancı ve” iyiyim” kelimesinin de yalancı olduğu bir durumdu bu. Kafamız hep yükseklere bakıyordu. Zira görmek için bakıp durulan pencere bizden çok yüksekteydi. İyiyim demek adettendir bu mekânda. Bakıştıkça gözlerinin içi gülen yavrularının minik ellerinden tutamadığın, sarılıp kokularını sineye çekemediğin, büyüdüklerini hep gönderilen resimlerin şahitlik ettiği çocuklarına ve onların çilekeş analarına iyiyim demeli insan. Ve elbette iadeyi cevabı da buna yaraşır olmalı ve en inandırıcı gülümseme ile süslenmiş bir iyiyim de onlardan duyulmalı.
O anki duygularımın tazeliğinde yaşanmışlıkları dizelesem kelimeler yarış eder birbiri ile. Acıdan başka bir de utanmışlık kaldı o günden geriye. Pencerenin gerisindeki şahsın bana seslenişi, dua edişi, biz dışardakilerden beklentileri, yüreğinin en derininden gelen zarafet ve letafetle bezenmiş dünya ve ahirete dair nasihatleri bu gün gibi dimağımda. Şefkatli bir babanın ses tonunda ve bir kardeşin yakınlığındaydı duyduğum nasihatler. İşte o zaman anladım ki Cezaevini rıza evine çevirmişlerdi içerdekiler. Ve kendi ahvali hakkında kara kara düşünmesi gerekenlerdik biz dışardakiler.
Benim görüş günüm o gün bitmişti. Ömrümde bir kez tanık olduğum elem yüklü o günün acısı, sancısı bu günkü tazeliği ile yüreğimde. O güne her el değdirdiğimde yüreğimden gelen taze kan kokusunu soluklarım. Mamafih o gün annesi ile birlikte nöbetleşe kucağımda taşıdığım minik kız bu gün on yedi yaşında. Ve hâlâ rıza evi yollarında. Kanunların onlara söylediğine göre her ikisinin de ömrü yeterse o kız evlenecek. Belki de anne olacak. Kızının büyüdüğüne şahitlik edemeyen babası onu bir anne olmuş hali ile bulacak.
Cezaevini rıza evine dönüştüren, varlıkları ile yüreklerimize iman üfleyen ve metanetleri ile sabrımızı tazeleyen Yusuf`un güllerine, onların güzide ailelerine selâm olsun.
Yusuflarını son bir defa kucaklayamadan ebediyete uğurladığımız cennet kokulu analarımızın ruhları şad olsun.
Ertelenmiş sevinçler(imiz)e bir an evvel kavuşabilmek niyazı ile…