Elimiz kirlendiği zaman o kirle ne kadar dayanabiliriz ki? Tabi ki yıkayana kadar rahatsız oluruz. Hele yağlı veya çamurluysa bu rahatsızlığımız daha fazla olur.

Elimizin temizliği, arınışı ancak su ve sabunla gerçekleşir.

Elimizi, kullandığımız kadar kirletiriz. Tabi kalbimizi de öyle. Elimizin kullanım sıklığıyla kalbimizin kullanım sıklığını kıyasladığımız zaman kalbimizin kullanım sıklığı daha fazladır. Dolayısıyla kalbimiz, elimizden çok daha fazla kirlenir. Gönlümüz sürekli gezer. Daldan dala konar. Bazen bala bazen de pis şeylere konar ve her an her yöne kayabilir.

Bir an şöhret duygusuna kapılabiliyor, dünyanın çekiciliğine kapılıp dünya hırsıyla dolabiliyor. Güzel iş yapınca kibre kapılıp; karşısındakinin kusurlarını görünce kendini kusursuz zannedip ucbe kapılabiliyor. Bir olayı görmek istediği şekliyle değerlendirip hemen su-i zanna kapılabiliyor. Bu nedenle kalbimiz, elimizden çok daha fazla ve anlık kirlenir.

Peki, kirlenen yüreğimizi neyle yıkayacağız? Kirlerimizi neyle tespit edebileceğiz?

Elimizin kirini nasıl ki su ve bol sabun geçiriyorsa; hatalarımızı tespit edip kabullenmek, pişmanlık hissetmek ve tevbe etmek de gönlümüzün kirini yıkar, temizler. Vicdanımızı aktif hale getirir.

Kalbimiz yaptıklarımızdan dolayı kirlenince gönül aynamız pas tutmaya başlar. Paslanan gönül aynamız artık görevini yapamaz hale gelir ve algılama yeteneğini kaybeder. Her günah bir katran gibi yapıştıkça artık ayna, yaklaşan günahı tespit edemez olur ve günaha alışmışlık başlar. Böylece gönlümüz yaklaşan su-i zannı defedemez, kalbe doğan vesveseleri tespit edip bizi uyaramaz hale gelir. Şeytanın ayak seslerini duyamaz olur. Meleğin fısıltılarını duyamaz ve o meleğe kapılarını açamaz hale gelir. Çünkü çok kirlenmiş ve pas tutmuştur.

İşte o kirlenen aynayı daha katranlaşmadan, başka günahlar eklenmeden tespit edip; vicdan azabı ve pişmanlık duygusuyla parlatıp, tevbeyle temizlemeliyiz. Nasıl ki kir oranında temizlik malzemesini veya yıkamayı arttırıyorsak; kalbimize sirayet eden kir oranınca da pişmanlık ve vicdan azabı çekmek zorundayız.

Efendimiz (SAV)`in yaptığı gibi günde en az 100 defa tevbe ve estağfirullah  demeliyiz.

Aksi takdirde her an kirlenen kalbimiz katranlaşıp her günaha açılan bir pencere olup bizi iyi yöne yönlendiremeyecektir.

Efendimiz (SAV) son nefesini verirken dahi tevbe ediyordu Rabbine.  Af olunduğu halde dudakları kıpır kıpır, gözlerinde yaşlarla ‘estağfirullah el, Azim` diyordu Rabbine.

Rabbimiz, vicdanımızı devamlı aktif görmek istiyor.

Rabbimiz her Peygambere mucizeleri, bir şeylerin karşılığı olarak vermiştir. Örneğin Hz. Musa`ya verilen çoban değneği olan asa; Firavun`un sihirbazlarının asasına karşı verilmiştir.

Yine Hz. Musa`ya verilen Yed-i Beyza (elin parlaması) mucizesi de o zamanlar yaygın olan alaca hastalığının şifası için verilmiştir.

Aynı zamanda Yed-i Beyza`nın enteresan bir hikayesi vardır.

Hz. Musa kendisine mucizeler verilmeden önce  bir yumrukla adam öldürmüş bir insandı.  O Yed-i Beyza, eline o mucize verilmeden bir kavgada öldürme amaçlı olmaksızın adama vurmuştur. Aslında amacı kavgayı ayırmak olan Musa (AS) o kadar pişmanlık çeker ki kavmini terk eder. Rabbine yönelip ‘Ben nefsime zulmettim. Bu şeytanın işlettiği bir günahtır`  diye niyaz eder.

Ve Şuayb (AS)`ın yanında 10 sene kadar çobanlık yapar. O seneleri pişmanlık, suçluluk duygusu, tevbe ve tefekkürle geçer. Çobanlıkla öfkesini yenmeyi, sabrı öğrenir ve bir yumrukla adam öldüren o el artık 10 senenin ardından o kadar tevbeyle paklanır ki, o kadar arınır ki artık mucize el olur. Yed-i Beyzaya dönüşüp parıl parıl parlar.

Bizler yeter ki kusurlarımızı tespit edip pişman olmasını bilelim ve tevbemizi;  kabahatlerimiz katranlaşmadan yapalım.

Allah`a emanet olmanız dileğiyle.