Feminizmin merkeze aldığı toplumsal cinsiyete dair Sosyolojik teorilerin hepsi Batı’nın icadıdır ve Batının kadın konusundaki tarihsel tecrübesi göz önünde bulundurulmadan tam olarak anlaşılamayacak bir kavramdır.
Son iki yüzyıla kadar kadını insan yerine koymayan, onu köle pazarlarında satan, vatandaş olarak dahi kabul etmeyen, miras, boşanma, mülk edinme gibi haklardan mahrum bırakan Batıda feminist kadın hareketleri Aydınlanma döneminin mahsulüdür.
Bireysel hak ve özgürlüklerin vurgulandığı, hak arayışlarının yaşandığı bu dönemlerde kadınlar da kendi haklarının peşine düştüler. Feminist kadın hareketleri 60’lı yıllarda Alfred Kinseyin cinsel devrimiyle birlikte Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ni de sahiplenmeye başladı. APA tarafından LGBT’nin hastalık olmaktan çıkartılmasıyla Feminizmin bu sapkınlıkları kendi çerçevesine aldı.
O dönemden itibaren kadınlık ve erkeklik Toplumsal Cinsiyet paradigması üzerinden sorgulanmaya başlandı. Kadın ve erkek rolleri yaradılış gereği değil de toplumun yüklediği roller olarak kabul edildi.
İki cins arasındaki farklılıklar ayrımcılık, iki cinse ayrı isimlerin ve ayrı renklerin has kılınması, giyim farklılıkları eşitsizlik olarak kabul edildi.
Terzilik, ebelik, hemşirelik, öğretmenlik, hasta bakıcılığı gibi bazı mesleklerin kadına has kılınması, zor ve ağır mesleklerin erkeklere has kılınması kadına yönelik pozitif ayrımcılık değil de, kadının küçümsenmesi olarak kabul edildi.
Kadın ve erkeği küçüklükten cinsiyetine uygun yetiştirme, giydirme ve isim koyma
Bazı mekanların erkeklere, bazılarının da kadınlara has kılınması
İbadethanelerde erkeklerin sorumluluk alması ve kadın-erkek alanlarının ayrı olması
Kadın için kutsal bir meslek olarak anneliğin yüceltilmesi, ev hanımlığı
Erkeğin baba ve koca oluşu ataerkil anlayışın tezahürü olarak kabul edildi.
Dolayısıyla bir paradigma değişikliği tüm değerler sistemini alt üst etti. Modernite öncesi kadın erkek arasındaki tüm bu farklılıklar ve roller yaradılış gereği ve Tanrının vergisi olarak kabul ediliyor, sorun teşkil etmiyordu. Dinin devre dışı bırakılmasıyla birlikte aklın merkeze alınması, insanlık tarihi boyunca fıtri ve doğal olarak kabul görmüş rollerin sorgulanması sürecini doğurdu. 60’larda başlayan cinsel devrimle bu sorgulamalar doruk noktaya ulaştı.
Bizde kadın meselesi Tanzimattan bu yana Feminizm diliyle konuşuluyor, tartışılıyor. Son yirmi yıla kadar seküler kesim İslami değerlere saldırırken sonrasında Muhafazakar kadınlar aynı kavramlarla kendi inançlarını sorguluyor.
Kimin kavramını kullanırsanız onun bakış açısıyla meselelere bakarsınız. Onların toplumsal cinsiyet, eşitlik, ataerkil, annelik, ev hanımlığı, ekonomik özgürlük gibi kavramlara yüklediği anlamla İslam’ın yüklediği anlam taban tabana zıttır.
İki ayrı dünyanın bu kavramlara çizdiği çerçeveler birbirinden fersah fersah uzaktır.
Batı modernitesi ahireti inkar eden, Allah’ı devre dışı bırakan, yerine aklı/hevayı oturtan, kadınla erkeği birbirinin rakibi kabul eden, hayatın temeline savaşı ve cidali koyan, insan fıtratını inkar eden, farklılıkları ayrımcılık olarak gören bir dünyayı temsil ederken;
İslam inancı ahireti öne alan, Allah’ı her şeyin ölçü koyucusu olarak kabul eden, insanın fıtratını koruyan, her iki cinse fıtratına göre görev ve sorumluluklar yükleyen, kadın erkek farklılıklarını tamamlayıcı bir unsur olarak gören, eşleri birbirine veli/dost olmaya davet eden bir dünyayı temsil ediyor.
İki farklı dünya karşısında Müslümanların kadın meselesinde referans noktası İslam olmak zorundadır. Ortada sorunlar varsa tüm insanlık için tek çözüm İslam’dadır. Eğer İslam ilmihallerinde kadın konusunda birtakım eksiklikler varsa bile, çözüm Toplumsal cinsiyet okumaları yapmakta değildir. Bu girişim İslam’ı kadın meselesi üzerinden tahrif etme girişimidir. Batılıların İslam toplumlarında seküler kesimler eliyle yapamadığı tahribatı yapma rolünü üstlenmedir.