İki binli yılların başıydı. Hanım kardeşlerimizle birlikte haftalık risale okumaları yapıyorduk. İhlas risalesini bitirince iktisad risalesine geçtik. Geçmişi yoksullukla geçen birçoğumuz kanaatkâr, iktisadlı insanlardık. Her ne kadar kanaatkâr olmanın hayatın tadını korumaya yönelik kısmından haberimiz olmasa da, nasıl bir berekete sebebiyet verdiğini hayatımızda müşahede ediyorduk. O dönemlerde zeytini sayarak çocuklarına paylaştırma birçoğumuzda halen vardı. Sofrada bazen bulunan peynir herkesin hissesine bir kibrit kutusu kadar düşüyordu. Bu kadarını bulamayan kardeşlerimizi düşündükçe o peynir bile boğazımıza inen bir acı oluyordu. İslam davası için içeriye giren yüzlerce Müslümanın ailelerinin durumu belimizi kırıyor, biraz daha imkanımız olsa da daha fazla infak verebilsek diye düşünüyorduk. Bazen yol paramız olduğu halde uzun yolları yürüyor, dolmuşa para vermiyorduk ki, biraz daha infak edebilelim. Bayram yaklaştığında çocuklarımızı kıyafet paralarını vermeye ikna ederdik. Risale bize bunu öğretmişti. Az ile kanaat etmeyi, iktisadlı davranmayı ve kendi ihtiyacın olduğu halde başkalarının ihtiyacı için vermeyi. Çocuklarımıza da aynı hassasiyeti aşılamaya çalışıyorduk ki bir gün önlerine dünya nimetleri fazlasıyla serildiğinde, imkanlar arttığında dünyanın geçici nimetlerine aldanmasınlar, ihtiyaç sahiplerini kendi nefislerinden önde tutsunlar…   

Çocuklarımızın mahkum ve şehit çocuklarına karşı ayrı bir sevgi ve merhamet hisleri vardı. Ülkesini terk etmek zorunda kalan muhacir kardeşlerimizin sayısı da az değildi. Onların muhacerat esnasında yaşadıkları sıkıntıları anlatmak dile kolay gelir. Şimdiki nesiller ancak kitaplardan öğrenebiliyor ödenen bedelleri. Günlerce yiyecek, içecek bulamayan, kaldığı yeri belli etmemek için çocuklarını dahi hastaneye götüremeyen, ailelerinin taziyelerine katılamayan, bir telefonla dahi olsa anne-babasını arayıp soramayan muhacir kardeşlerimizin acıları, hasretleri, özlemleri katmer katmerdi. Hele bir annemiz vardı, giden oğlunun ardından sanki divane olmuştu. Yaşayıp yaşamadığını bilmiyorum, bir kez olsun sesini duysam, sağ olduğunu, iyi olduğunu bilsem bir damla gözyaşı dökmem der ağlardı. Ne zaman bu muhterem annenin yanına gitsek ciğerlerimiz dağlanırdı. Elinde sadece birkaç fotoğrafı kalmıştı evladının. Mahkum ve muhacirler Yüce İslam dini uğruna gözlerini kırpmadan bedel ödüyorlardı. Halen de birçoğu aynı bedelleri ödemeye devam ediyor. Şehitler ise en tatlı olan canlarını verdiler.

Biz o dönemlerde tüm bunların canlı tanığı iken, Bediüzzaman’ın Risalelerinde de yaşananların bir benzerini buluyor, teselli oluyorduk. O günlerde iktisad risalesini o kadar özümsemiştik ki hayatımızın her safhasında uygulamaya gayret ediyorduk. Dilin lezzetleriyle değil, manevi lezzetlerle uğraştığımızdandı belki de Müslüman kardeşlerimize karşı hassasiyetlerimiz. Şimdi ise dönem değişti, dünya nimetleri önümüze serildi. Hassasiyetimizi asıl şimdi sorgulama zamanı geldi. İsrafa, lükse, gösterişe ve dilimizi tüm lezzetleri tatmaya çağıran modern hayata karşı yeterince direnebiliyor muyuz? Daha fazla infak edebilme adına ihtiyaçlarımızdan feragat edebiliyor muyuz? Bir ara yeme-içmeden kesilen Mevlana’nın dediği gibi ‘Yediklerim bana haz vermiyor, çünkü yeryüzünde açlar var’… Eskiden olduğu gibi bu açlara duyarlı mıyız?

Bediüzzaman İktisad Risalesinde vücudu saraya, mideyi padişaha, dili de kapıcıya benzetiyor. Bir şeyler yemekten asıl gaye mideye, yani padişaha ulaşması gerekeni ulaştırmak. Onun için dili, yani kapıcıyı bahşişe/rüşvete alıştırmamak gerekiyor. Çünkü verilenlerle ileride yetinmeyecek, daha fazlasını isteyecektir. Dili fazla lezzetli gıdalara alıştırınca şımarıyor, verileni beğenmez oluyor. Artık normal, ucuz, kolay elde edilen gıdalardan lezzet almamaya başlıyor. En güzel gıdaları verdikçe, daha farklısını istiyor. Zamanla, dil hayatın merkezine oturuyor, talimat vermeye başlıyor. Artık içeri girecek olan gıdalar onun lezzet almasına, beğenip beğenmemesine bağlı oluyor. Verilen her nimeti içeri almaya tenezzül etmiyor ya da isteksiz alıyor. Onun için çok lezzetli gıdaları ara sıra yemek gerekiyor. Devamlı çok lezzetli, birkaç çeşidin bir arada bulunduğu sofralar hazırlandığında dilin lezzet alma duygusu zayıflıyor. Bediüzzaman yeterince lezzet alamamanın şükürsüzlük olduğunu ifade ediyor. Şükürsüzlük artık ‘nimetin sahibini hatırlamama, az ile yetinmeme, bencillik, daha fazlasını elde etme hırsı’ gibi özellikleri de içinde barındırıyor. İsrafa dayalı bir hayat tarzı kişinin tadını işte böyle kaçırıyor. Geçmişte daha kısıtlı imkanlarla iktisadlı olan, kanaat eden biz Müslümanların asıl imtihanı bolluk ve refah döneminde.

Bahar ayına girdik, yaz sebzeleri tezgâhlarda yerini almaya başladı. Dikkat ettiyseniz yazın en bol ve ucuz olan domates, salatalık gibi sebzeler ilk çıktığı zamanlarda lezzetle yeniliyor, her gün yenilince artık dil aynı lezzeti alamıyor. Hele insan gün içerisinde farklı çeşitler de yiyorsa bu sebzeler hepten önemsizleşiyor. Aslında bulamayan insanları göz önünde bulundurduğumuzda ne kadar da acı bir durum. Onun için nimetleri belli aralıklarla yemek gerekiyor ki nefsimiz terbiye olsun ve ağzımızın tadı kaçmasın.

Üreticilerin mallarını pazarlayan reklam firmaları, pazarlamacılar ihtiyacımız olmayan ürünleri pazarlarken sanki bizleri düşünen iyilik melekleri gibi davranıyorlar. Yeme içme, eşya edinme hırsını tahrik ediyorlar. “Sağlıklı yaşam, hastalıklardan korunma, yaşlanmayı geciktirme, bol proteinli” gibi kavramlarla sürekli tüketime teşvik ediyorlar. İsrafa dayalı bir beslenme şeklini  ‘ideal beslenme’ olarak sunuyorlar.

Yeryüzündeki açlara sadece dile verdiğimiz rüşveti vermiş olsak belki de yeryüzünde yoksulluk kalmayacak. Gelin bu salgın günlerinde başımızı iki elimizin arasına alıp düşünelim, yeryüzündeki açların halini ve bizim tokluktan gelen şükürsüzlük halini. Zorlukta kazandığımız imtihanı varlıkta kaybetmeyelim. Cihaddan dönen Allah Resülünün sahabelere dönüp “Küçük cihad bitti, şimdi sıra büyük cihadda” sözünü tekrar tekrar düşünelim. Yoksa en büyük cihadı kaybettiğimizden midir içinde bulunduğumuz zillet?