Bedir, Uhud ve Hendek’ten sonra Allah Rasûlü (s.a.s.) Ka’be’yi tavaf edeceğine dair bir rüya gördü ve beraberindeki bin beş yüz kadar sahâbe ile birlikte Mekke’ye doğru yola çıktı. Hudeybiye denilen mevkie geldiğinde Kureyş’in büyük bir hazırlık içerisinde olduğu ve kendilerine Mekke’ye hiçbir şekilde koymayacakları haberini aldı. Bunun üzerine savaş için gelmediğini, tek gayesinin Ka’be’yi ziyaret etmek olduğuna dair arka arkaya Mekke’ye elçiler gönderdi. Gönderilen elçilerden Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edildiği haberi gelince, sahâbe tek tek Allah Rasûlü’nün ellerinin üzerine ellerini koyarak bey’at ettiler. Allah’ın da elleri onların ellerinin üzerindeydi. Onlar, Allah Ras’ulü’ne bey’at ederlerken esasında Allah’a bey’at etmişlerdi. Sonrasında Mekke’den elçiler bir bir gelip gitti. Nihayetinde Allah Rasûlü (s.a.s.) ile Sühehyl İbn Amr arasında Hudeybiye Anlaşması sağlandı.

Anlaşma maddelerine göre, Müslümanlar bu sene değil seneye umre yapabilecek. Müslüman olup Medine’ye sığınanlar geri verilecekti. Bu maddeler ashâba çok ağır geldi. Anlaşmanın maddeleri yazılırken yeni Müslüman olan Suheyl’in oğlu Ebû Cendel’in zincirleri ile gelip Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) sığınmak istemesi, fakat anlaşma gereği geri verilmesi,  ashâbın daha da ağırına gitti. Öyle ki Hz. Ömer (r.a.) Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) gelip: “Ey Allah’ın Rasûlü (s.a.s.)! Sen hak peygamber değil misin? Biz hak din üzere değil miyiz? Bizim mücadelemiz cennet, onların mücadelesi cehennem için değil mi?” sorularını hiddetle sormasına sebep oldu. Bu soruların tamamına Allah Rasûlü (s.a.s.) “evet” cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.): “Öyleyse dinimiz hususunda zilleti neden kabul ediyoruz?” dedi.

Anlaşmanın maddeleri ashâba öyle ağır geldi ki neredeyse hepsinin ümidini kırdı. Allah Rasûlü(s.a.s.): “Kalkınız, kurbanlarınızı kesin ve tıraş olunuz!” emrine hiçbir sahâbe karşılık vermedi. Hiç kimse kalkıp emri yerine getirmedi. Ashâbın gayesi Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik etmek değildi. Fakat anlaşmanın maddeleri onlara ağır gelmişti ve onları sarsmıştı. Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) hanımı Ümmü Seleme (r.a.): “Ey Allah’ın Rasûlü (s.a.s.)! Sen kalk kurbanını kes ve tıraşını ol! Ashâba da hiçbir şey söyleme, onlar senin bunları yaptıklarını gördüklerinde, yaptığını yapmada birbirleriyle yarışacaklardır” tavsiyesinde bulundu. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.s.) kurbanını kesti ve tıraş oldu. Ashâb da yaptığını yapmada birbiriyle yarıştı.

Ğaybı ve geleceği bilen Allah’tır. Ashâb, o esnada sadece anlaşma maddelerini görebiliyorlardı. Onlar, bu anlaşmanın bir fethe döneceğini, anlaşma maddelerinin bir bir lehlerine döneceğini nereden bilebilirlerdi. Fakat Allah, onlara Mekke’nin, Hayber’in, Bizans’ın ve Fars’ın fethini hazırlıyordu. Bu anlaşma fetihlerin kapı aralayıcısı, İslam’ın en uzak diyarlara götürülmesinin bir zemin hazırlayıcısıydı. Nitekim öyle de oldu. Hayber fethedildi, Mekke fethedildi. En uzak diyarlara davet mektupları gönderildi. Sonraki yıllarda İslam en uzak diyarlara kadar hâkim oldu.

Günümüz şartlarında yapılan bazı girişimler Müslümanların aleyhinde gibi görünebilir. Ama Allah’ın Mustadafları yeryüzüne varis kılacağının müjde ve sözü var. Bu sebeple tüm şartlarda biz Müslümanlara düşen “Allah’a, Rasûlü’ne (s.a.s.) ve bizden olan ulu’lemre itaat etmektir.” Allah’a isyan olmadığı müddetçe, hoşumuza gitmese de denileni yapmaktır. Allah, Müslümanların dostu, velisi ve sahibidir. Müslümanlar onun emrini yerine getirip onun rızası doğrultusunda çalıştıkları müddetçe Allah, onların yardımcısı ve destekçisidir. Elleri onların ellerinin üstündedir.

Öyleyse bize düşen bazen bazı şeyler hoşumuza gitmese de Allah için, yılmadan çalışıp ona dayanmak ve tevekkül etmektir.

İnşallah fetih yakındır.