Feraset, sözlükte “keşfetme, sezme, ileri görüşlülük” gibi manalara gelir. Bir ilim olarak temellendirmeye çalışanlara göre bir kimsenin fizikî yapısına yani boyuna, rengine, çeşitli organlarının yapısına, el ve yüz hatlarına bakarak onun ahlâk ve karakterini teşhis etme ilmidir. Bundan dolayı ilk ve orta çağlarda hükümdarlar, kendilerine görev verecekleri kimselerin seçiminde bu ilmin verilerinden faydalanmıştır.
Peygamberlerin sıfatlarından bir cüz olan feraset, ince bir zekâ ile muhatabın akıl seviyesine göre davranmaktır. Zira bir kimseyi sevindiren bir davranış, diğer bir kimseyi üzebilir. Ferasetli bir Müslüman, kime, neyi, ne zaman, nasıl söyleyeceğini ve ne şekilde davranacağını iyi bilir.
Bir Müslüman’ın da peygamberlerden hisse alıp akıllı, uyanık ve feraset sahibi olması gerekir.
Araplar’ın İslâm’dan önce ilmü kıyâfeti’l-eser ve ilmü kıyâfeti’l-beşer alanında son derece uzmanlaştıkları, hatta yerdeki ize bakıp sahibinin yaşı, cinsiyeti, evli olup olmadığı hakkında doğru tahminlerde bulundukları bilinmektedir. Meselâ Benî Müdlic, Benî Leheb ve Nizâr oğulları ferasetteki isabetli tahminleriyle tanınmışlardır. Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ederken bir iz sürücünün rehberliğinden faydalanmıştır. İslâm’dan sonra ise İyâs b. Muâviye, İmam Şâfiî, Ahmed b. Tolun ve Halife Mu‘tez-Billâh bu alanda meşhur olmuşlardır.
Genellikle keskin bir zekâ ve üstün sezgi gücüne sahip olan kişilerin sıkı bir perhiz ve çile sonucu ruhî ve fikrî yönlerini güçlendirerek feraset sahibi olmaları mümkündür.
Allah’ın, kalbine attığı bir nur ile kulun hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırmasına ve muhataplarının karakterlerini teşhis etmesine “ilâhî feraset” denmiştir. “Müminin Ferasetinden sakınınız, zira o Allah’ın nuru ile bakar” hadisi şerifinde bu tür ferasete işaret edilmiştir. Bu nevi ferasetin pratiği zâhir âlimlerinde de görülmekle birlikte daha çok sûfîler arasında yaygındır.
Sûfîlere göre feraset sahibi müminin Allah’ın nuruyla bakması Allah’ın o kulun gören gözü olması anlamına gelir. Böyle bir insan muhatabı hakkında isabetli teşhis koyar, onu her yönüyle tanır, aklından geçeni ve kalbinde gizlediği hususları tahmin eder. Tasavvufta velîlerin ferasetinin hiç şaşmadığına veya hata payının çok az olduğuna inanılır. Aslında ilhamdan ibaret olan feraseti keramet gibi Allah’ın sevdiği kuluna bir lütfu olarak görmek gerekir.
Sûfîler, Hz. Ömer’in (r.a.) bazı âyetlerin getirdiği hükümleri bu âyetler inmeden evvel bilmesini, Hz. Osman’ın (r.a.) yanına gelen bir kişinin gelmeden önce nâmahreme baktığını anlamasını feraset sahibi olmaya bağlamışlardır. Bu kişinin Hz. Osman’a “Hz. Peygamber vefat ettikten sonra vahiy ile mi karşılaşıyorum!” diye hayret etmesi üzerine Hz. Osman: “Bu vahiy değil ferasettir” diye cevap vermiştir.
Yine sûfîlere göre nefsin bayağı arzularına karşı koymak, haram ve şüpheli şeylerden kaçınmak, Hz. Peygamber’in sünnetini bir hayat tarzı olarak benimseyip ona göre yaşamak insanın feraset sahibi olmasını sağlar. Dolayısıyla bu tür bir hayat yaşamayanların feraseti makbul sayılmamıştır. Yûsuf b. Hüseyin er-Râzî’ye göre feraset gerçek bir olgudur ve mümine ait bir özelliktir. Bununla beraber bir kimsenin, ferasetteki doğruları ne kadar çok ve yanlışları ne kadar az olursa olsun feraset sahibi olduğunu iddia etmeye hakkı yoktur. Ebû Hafs en-Nîsâbûrî’ye göre hiç kimse feraset sahibi olduğunu iddia etmemelidir. Zira, “Müminin ferasetinden sakınınız” hadisi başkasının ferasetini dikkate alarak ondan sakınmayı da gerektirir.
Allah bizi feraset sahibi olan müminlerden eylesin inşallah.