Bir Kızılderili atasözü sanki Orta Doğu için söylenmiş. “Sular yükselince balıklar karıncaları yer. Sular çekilince de karıncalar balıkları... Kimse bugünkü üstünlüğüne güvenmemelidir. Çünkü kimin kimi yiyeceğine suyun akışı karar verir.”
Geçen haftalardaki “YENİ SÜRECİN YAZILIM KODLARI (İKİ MİLLET BİR DEVLET)” ve “ORTA DOĞU (KİME GÖRE ORTA - NEYE GÖRE DOĞU) ” analizlerinde konunun bazı detaylarına değinilmişti. Nitekim işaret edildiği gibi Suriye’de operasyonlar, el değiştirmeler ve yer değiştirmeler başladı. Üç aşağı beş yukarı sonuç da yavaş yavaş şekilleniyor gibi.
Maalesef son süreçlerde Orta Doğu’da suyun akışını, malum odakların belirleyeceği kuvvetle muhtemeldir.
Muhakkak herkesin ve kesimin kendisine göre arzuladığı, hayal ettiği durumlar vardır. Ama belirleyici olan, Sünnetullahın da işaret ettiği gibi kimin ne kadar hazırlık yaptığıdır.
Merhum Ş. Ebu Abdullah bu konuda şöyle bir tespitte bulunur : “Hayal âleminde değil, gerçekler dünyasındayız. Ortamları, merhaleleri, durumları, şartları, göz önünde tutarak mücadele vermek lazımdır. Mehdi de gelse çalışarak gelecektir. Büyük bir cehd içine girilmezse, haklı bir dava bile egemen kılınamaz. Sünnetullah çalışanı muvaffak eder. Kim çalışırsa akidesi ne olursa olsun başarılı olur. Burada “çalışma”, “kazanma” açısından Mü'min, kâfir, Müslüman, Yahudi, Hristiyan eşit şartlardadır. "İnsana emeğinin karşılığından başkası yoktur."
Suriye konusuna dönecek olursak; 1921 ve 1946 yılları arasında Fransız ve İngiliz mandası olarak zaten bir SURİYE FEDERASYONU tecrübesi söz konusudur ilgilileri tarafından.
Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı topraklarının parçalanması sürecinde Suriye ve Lübnan bir bölge olarak ele alınmıştır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ve Fransa Sykes - Picot antlaşması uyarınca Osmanlı topraklarının bu bölümünü kendilerine göre parselleyip SURİYE FEDERASYONU ismi ile bir yapı inşa etmişlerdi. Buna göre Suriye ve Lübnan üzerinde; ŞAM DEVLETİ, HALEP DEVLETİ, ALEVİ DEVLETİ, CEBELİ DÜRZİ DEVLETİ, ÖZERK İSKENDERUN SANCAĞI ve BÜYÜK LÜBNAN DEVLETİ şeklinde devletçikler kurdular. Bunlar Fransa ve İngiliz mandası olarak varlık sürdüler. 1939’da Hatay Türkiye’ye iltihak etti. 1943’te Lübnan bağımsızlığını ilan etti. 1946’da Suriye, Fransızlardan bağımsızlığını ilan etti. Böylece Fransız Mandası süreci sona ermiş oldu. Bu konun değişik detayları ve boyutları vardır.
Bugün de 1946’da bırakılan Suriye’nin kalınan yerden yeniden belli amaçlar doğrultusunda parçalanması söz konusudur. Elbette İslam’a, Müslümanlara ve bölge halklarının menfaatine yönelik karşı tedbirler geliştirmek mümkündür. Bunun için ciddi bir basiret ve akl-ı selime ihtiyaç vardır. Yoksa yine Birinci Dünya savaşında olduğu gibi emperyalistlerin kendi amaçları doğrultusunda hareket etmesi kaçınılmaz olacaktır.
Zaten şu anda Batı bloğu; NATO, İngiltere ve Amerika’nın başını çektiği konsept ile Rusya ve yumuşak gücüyle bölgede sessizce hakimiyet alanını genişleten Çin’in Şangay (SHANGHAY) bloğu, alan hakimiyeti konusunda var güçleriyle çabalıyorlar. Aslında Amerika çaktırmadan Rusya’yı Çin’e karşı, yanına çekmeye çalışıyor veya en azından Rusya’yı pasifize ediyor. Amerika’nın son dönemde en fazla çekindiği güç Çin’dir. Çin’de bugüne kadar olan siyasetlerin aksine yumuşak güç (Soft power)ile hep alanını olabildiğince genişletmiş durumdadır. Fiziki çatışmaların içinde yer almadan cephesini olabildiğince genişletiyor, tahkim ediyor.
Rusya’ya, Ukrayna’daki durumundan dolayı, Suriye ve Ukrayna arasında pazarlık ve tercih imkânları sunulma ihtimalleri yüksektir. Akdeniz’deki kazanımları güvence altına alınarak Suriye sahasından çekilme teklifi Rusya’nın da işine gelmektedir. Böylece Suriye sahasının başat aktörlerinin yine Amerika ve bileşenleri olma durumu söz konusudur.
Suriye’nin her bir muhatabının ajandasında ne olduğu ve Suriye’nin kendisi için ne ifade ettiği; aynı zamanda Suriye’de yapılmak istenenlerin anlaşılmasını da Müslüman Halka uygun tedbir ve proje geliştirilmesini de kolaylaştırır.
Türkiye açısından Suriye; Osmanlı’dan ayrılan bir eyalet olması hasebiyle, tarihi miras meseleleri ile beraber, en uzun kara sınırını teşkil eder. Geçmişte yaşanılan bir Hatay sorunu, Fırat suyu, PKK ve güvenlik sorunu güncelliğini korumaktadır.
NATO açısından önemi; Suriye’nin Türkiye ile olan sınırı, aynı zamanda NATO’nun Ortadoğu’daki güney sınırıdır. Soğuk savaş döneminde etkileri günümüze uzanan Rusya bloğuyla NATO’nun ana kontak hatlarındandır. NATO ve Batı bloğu açısından burası kendi haline bırakılacak bir alan değildir. Zira soğuk savaş döneminde Sovyetlerin Baas rejimlerinden müttefikleri olan Mısır, Irak, Cezayir, Yemen gibi ülkelerin bu konumlarını kaybetmeleri Suriye ve Lübnan’ın da NATO açısından bu pozisyona getirilmesi önemli bir hedeftir. İngiltere ve Amerika’nın en önemli arzularındandır. Detayları vardır.
Rusya açısından önemi; iki kutuplu dünyada Rus bloğunun en önemli müttefiklerinden ve Rusya’nın Akdeniz başta olmak üzere sıcak denizlere inme konusundaki en önemli istasyonudur Suriye. Nitekim bu son Arap baharı sürecinde Rusya, Lazkiye’de hem Hava üssü hem de Deniz üssü noktasında isteklerine kavuşmuş görünüyor. Burada elde ettiği avantajı kolay kolay bırakacağı da benzemiyor.
İran açısından önemi; Suriye; İran’ın önemli bir müttefiki, Şii hilalinin önemli ana kollarından ve Iraktan başlayıp Lübnan ve Filistin’e kadar uzanan asimetrik müttefik unsurlarının da en önemli lojistik cephesidir.
israil açısından önemi; israilin kendisine ana hedef olarak belirlediği arz-ı mev’ud ve Davut Koridorunun önündeki en büyük engel, Golan tepelerinin işgalinden dolayı önemli bir savaş cephesi ve Filistin direniş gruplarına lojistik sağlamadan dolayı da sorumlu tuttuğu bir unsur olarak değerlendirilmektedir.
Suriye; Arap alemi içerisindeki Alevilerin hükümran olduğu tek devlettir. Şam ve Halep cihetiyle de Sünni nüfusun yoğun ancak Alevi bir yönetimin iş başında olması en büyük dengelenmemiş gerilim noktasıdır. Şam ve Halep’in Ehlisünnet açısından ayrıca bir önemi vardır. Sünni kesimin bu açıdan sürekli bir gözü Suriye’dedir.
Kürtler açısından da; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dört parçaya ayrılan Kürtlerin önemli bir parçasının yer aldığı ve Suriye iç savaşından bu yana Kürtlerin kendi idarelerini kendilerinin sağladığı özerk bir Kürt Bölgesinin varlığı…(Burada her ne kadar pkk – pyd hâkimse de en azından Suriye’deki son fiili durum böyle bir defakto durum ortaya çıkardı. (Pkk’nın sol sosyalist bir yapı olması; Rusya bloğunun doğal parçası oluşu Suriye’deki Amerika ortaklığı, aslında büyük bir çelişkidir ve sürdürülebilir de değildir. Kürtlerin bu konuyu ıskalamaması gerekir.)
Seküler ve sol-sosyalist kesimler ise Suriye’yi kendilerine göre anlamlar atf etmekte ve ona göre karşılıklar çıkarmaktadırlar.
SONUÇ İTİBARİ İLE; aslında Türkiye geçmiş dönemlerdeki askeri stratejilerinin aksine, güncel Çin tarzı taktik ve stratejilerle Orta Doğu’da özellikle Suriye ve Irakta çok önemli bir fonksiyon ve rol üstlenme pozisyonundadır. Kendisini de bölge halklarını da -özellikle Kürtler- en az zayiatla düze çıkarabilme potansiyeline sahiptir.
Ancak, Türkiye’deki refleksif üstten bakmacı milliyetçi askeri stratejiler ve yersiz “mahallenin delikanlısı” tavırlarla bu işten ve süreçlerden en zararlı taraf olarak çıkma ihtimali de yüksek görünüyor. Özellikle Türk olmayan “TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN” kraldan fazla kralcı kesilme tutumları ve “Kürt düşmanlıkları”, anti Kürt söylemleri hem Türkleri hem de Kürtleri gerçek anlamda bir mayın tarlasına sürmektedir. [Misalen; aslen Kafkas “LAK’larından” olan Türklükle bir alakası olmayan bazı zevatın Türkiye’deki Kürtler aleyhine olan kışkırtmaları bu cüzdendir. Öte yandan bu unsurlar, Pkk’dan Kandil’de görüşme talebi alacak kadar alttan iş yürütme marifetine de sahipler. Ama bu görüşmeyi de kandil yerine Amerika’da gerçekleştiren, önce inkar edip sonra ifşa olunduğu zamanda bu görüşmeyi MİT adına yaptığını iddia eden unsurlar; (Geçmişte Bekaa vadisine gidip Abdullah Öcalan ile gerilla denetimi yapıp bugün ise Türk milliyetçiliğinde zirve yaşayan, kökenleri itibari ile Türk de olmayan ve bu çelişkilerini de sıkıştıklarında MİT’e fatura eden unsurlar gibi;) Türk ve Kürt düşmanlığını körükleyerek sadece kendi şahsi ikballerine katılım sağlamayı amaçlamaktadırlar. Çok ilginçtir ki bu zat, Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren ve Osmanlı’nın çöküşüyle sonlanan Selanik Hareket ordusunun başındaki ittihatçı Mahmut Şevket Paşa’nın da akrabasıdır. Mahmut Şevket paşa da o tarz çıkışlarıyla Osmanlı’nın sonunu getirdiği gibi bu ve gibileri -Allah Muhafaza- TAM DA BÖYLE RİSKLİ SÜREÇLERDE Türkiye’ye zeval verme potansiyelini oldukça fazlasıyla taşımaktadırlar.]
Kürtler de bu süreçte çok dikkatli olmak zorundadırlar. Çünkü bu süreçte Kürtlere biçilen rol “israil MÜTTEFİKLİĞİ’dir.” Buna yönelik olarak yeni bir Kürt milliyetçi tebaa da üretilmiştir. Yani bir altyapı sağlanmıştır.
Aslında iyice incelenirse; Kürtleri Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra devletsiz bırakarak adeta cezalandıranlar da yine İngiltere öncülüğündeki Batılı güçlerdi. Bunların temel tezleri özellikle Tanzimat ve Islahat fermanları ile başlayıp Meşrutiyet ve Cumhuriyet süreçleriyle tamamlanan Osmanlı’nın parçalanması ve tamamen batılı bir devletle sonuçlandırılması projesinde; Kürtler hep İslami hassasiyetlerinden dolayı karşı duruş sergilediler. Bunun sonucunda ise sadece devletsiz bırakılmakla kalınmadı, dört devlet arasında da bölüştürüldüler ve yüzyıldır da kan acı gözyaşıyla bu süreç sürdü.
Şimdi de yüz yıl sonra artık bu bölünmüşlük sürdürülemez duruma gelince de Kürtleri yine İslam aleminden ayırarak adeta Orta Doğu’da ve İslam aleminde bir çıban başı olan israil ile müttefik haline getirmek sureti ile daha büyük bir sorun oluşturulması hedefleniliyor. Bu konuda çok dikkatli olunmalıdır.
Lafı uzatmadan söylemek gerekirse; Türkiye’nin de bu riskli yeni süreçte kendisinin doğal müttefikleri olan Kürtler ile İsrail’e alternatif bir müttefik olma alt yapısını hazırlayarak hem Kürt hem Türk “ORTAK GELECEĞİNİ” kârlı ve kazançlı bir şekilde inşa projesi oluşturmasıdır. Bu çok zor değildir. Hatta 500 yıllık sağlam kökleri olan HAZIR BİR ALT YAPISI söz konusudur. Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlisi arasında hazırlanan “Amasya mutabakatı” bunun için iyi; tarihi ve geçerli bir örnektir. Fakat Kürtlerin tekrar olumsuzluklarla karşı karşıya bırakılmaması şartıyla... Ama Allah muhafaza aksi bir durum da söz konusudur. Türkiye’deki Kürtlerin Irak ve Suriye’de olduğu gibi ayrıştırılarak hem Türkleri hem Kürtleri olumsuz bir sürece sürükleme ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Bu konu detaylarla işlenecek kadar önemlidir.
Çünkü dikkat edilirse “Filistin sorunu” ve “Kürt sorunu” Orta Doğu’da at başı götürülmek istenmektedir. Batı bu iki sorunu birbirine alternatif yapma çabasındadır.
İnşallah gelecekte bu konuları işleme ümidiyle…