Fıkradır. Papa her gün özel aracıyla makamına geçerken, girişteki güvenlikçi, şoförün kodunu söyler “Direksiyonda kod X, Papa hazretleri arkada; giriş yapılıyor” der. Bir gün Papa’nın mütevazılığı tutar ve şoförüne: “Bu gün aracı ben kullanayım, sen yerime geç” der. Güvenlik görevlisi Papayı şoför koltuğunda görünce afallar ve hemen şu anonsu geçer: “Direksiyonda papa hazretleri, arkadakini de siz düşünün” der. (Hristiyan öğretide Papa Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi ve ondan büyük insan yoktur.)
Söz konusu projenin görev taksiminde; Devlet Bahçeli gibi Abdullah Öcalan’ın idam ipini meclise getirmiş birisine, bugün Öcalan’ın kendisinin siyasi bir kimlikle meclise gelip DEM parti sıralarında konuşmasına çağrı görevi verilmişse; artık projenin perde arkasında neler olduğunu siz düşünün. Bu durum aysbergin su altındaki kısmı hakkında bir fikir vermektedir. Meselenin hassasiyetine binaen olsa çok şey açıktan ifade edilmiyor, fakat sızanlar bile meselenin boyutları hakkında önemli ipuçları içermektedir.
Kamuoyu Devlet Bahçeli ve Abdullah Öcalan diyalektiği üzerinde meselede şaşkınlık yaşarken, asıl göz ardı edilen ve ıskalanan Sayın Erdoğan’ın şu demeci oldu:
“ İnşallah önümüzdeki dönemde milletimize hem boydan boya tüm güney sınırlarımızın güvenliğini, hem insanımızın can ve mal emniyetini garanti altına alacak yeni MÜJDEMİZ olacak.”
israilin Filistin’den başlayıp Lübnan, Suriye, Yemen ve en nihayetinde savaşı İran’a kadar taşıması, Türkiye’nin işin ciddiyetinin farkına varıp kendisine yönelik ciddi bir tehlikeyi durdurması ve buna yönelik bir ön ve önlem alma zorunluluğunu dayattı. Aslında Türkiye bunu uzun bir süreden beri sezmiş olacak ki; bu projenin arka planının 7 Ekim öncesine kadar uzandığını görüyoruz.
Yine Sayın Erdoğan’ın “israil gözünü Anadolu topraklarına dikmiş” ve Sayın Hakan Fidan’ın “Türkiye bölgesel bir savaşa hazır olmalı… Ateş çemberindeyiz” gibi beyanları yapılan hazırlıkların işaret fişeği niteliğindedir. Yani bu ifadeler Türkiye’nin bu konuda katlanabileceklerinin ve göze alabileceklerinin şifrelerini de içeriyor. Buna savaş da dahildir.
Bu amaçla olacak ki bir müddet önce sayın Erdoğan’ın ortaya attığı “İç cephenin tahkim edilmesi” konusunun; bütün siyasi partilerde ve çevrelerde kabul görmesi ve buna yönelik adımların atılması da yine işin ciddiyetinin ayrı bir boyutunu göstermektedir.
CHP ve Özgür Özel’le yapılan görüşmelerden sonra Özgür Özel’in Edirne F tipi Cezaevi’nde kalan Selahattin Demirtaş’ı ziyaret etmesi; Diyarbakır’a gidip adeta iç cephenin tahkimine yönelik beyanlarda bulunması da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Devlet Bahçeli ile beraber Ülkücü çevrelerin de Abdullah Öcalan’a rağmen bu işin arkasında ciddiyetle duracaklarını deklare etmelerinin ardından; Bahçeli’nin Öcalan çağrısına tepki gösteren Cübbeli Ahmet Hoca ve Alparslan Türkeş’in oğlu Kutalmış Türkeş’in Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz gibi Ülkücü mecralar tarafından uyarılması ve adeta ayara çekilmeleri; bu konudaki yol kazalarının önüne nasıl metotlarla geçilebileceğiyle ilgili ayrıca dikkat çekici hususlardandır.
Konuyla ilgili bu tarz detaylar çoktur, bunlarda boğulmadan asıl konuya gelelim.
Özetle şöyle bir projeden bahsediliyor:
Turgut Özal’ın Birinci Körfez harbi (Saddam’ın Kuveyt’e saldırması ve ABD’nin Irak’a çıkarma yaptığı 1990 senesi) sırasında söylediği: “Bir koyup üç alacağız” şeklinde ifadesini bulan bir projenin tekrardan gündemde olduğundan bahsediliyor. Yani Suriye ve Irak’taki Kürtlerin Türkiye’ye iltihakı ile bir federasyon oluşumu söz konusu…
Turgut Özal; o gün bu konuda çok kararlılık göstermesine hatta “Federasyon bile konuşulur” gibi fikirler sunmasına rağmen, o gün Türkiye’deki askeri otoriteler buna yanaşmadı. (Dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Toruntay; Özal’ın bu talimatına karşı istifayla cevap verdi.)
Uzmanlarının değerlendirmesiyle;
O gün tüm Arap kamuoyunu da arkasında tutan güçlü bir Saddam Hüseyin Irak’ı ile güçlü bir Hafız Esad Suriye’sinin Türkiye’yi, dolayısıyla bu projeyi başarısızlığa uğratma ihtimalinin yüksek olduğu…
Fakat geçen son 30 yılda Ortadoğu’da olup bitenler ile gelinen noktada asla geri dönüşü mümkün olmayan ve parçalanmış bir Irak ile parçalanmış bir Suriye; üstüne üstlük Kürt bölgelerinin de hem Suriye’den hem de Irak’tan tamamen ayrılmasıyla bu projenin tam kıvamına geldiği noktasında bir ortak görüş değerlendirilmektedir.
Çok daha önemlisi Türkiye’nin; birkaç yıldan beri hem Suriye sınırından 30 km kadar içeriden tahkimat sağlaması, hem de aynı şekilde Irak bölgesel Kürt sınırı içerisinde 35-40 kilometrelik içeriden üs bölgeleri kurması bu projenin bir yönüyle fiilen ön adımının atıldığında hemfikirdirler. Gerçekten de bu pratiği sahada görmek mümkündür.
Benzer şekilde Irak bölgesel Kürt yönetiminin de bu konuda Türkiye ile uyum ve fikir birliği içinde olduğu, hatta bu projenin işletilmesinde görev tevdi ettiği gözlenmekte ve değerlendirilmektedir. PKK ile bu konuda çatışmalarının tırmandığı da gözden kaçmamaktadır.
Yine gözlemcilerin önemli bir değerlendirmesi de; yakın dönemde bölgesel Kürt yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye gelişinin bu konu ile ilgili olduğu ve sembolik olarak da protokolde diğer seferlerin aksine ilk kez ne Irak bayrağı ne de bölgesel Kürt yönetimi bayrağı bulundurulduğu şeklindedir.
Gözlemcilerin diğer önemli bir görüş ve değerlendirmelerinin de; ABD ve Türkiye her ne kadar israil konusunda karşıt görülüyorlarsa da, bu proje noktasında ikisinin de faydalarının örtüştüğü şeklindedir. Bu projenin hayata geçirilmesi konusunda özellikle de Suriye’deki Rojava olarak adlandırılan Kürtlerin ikna edilmesinde, ABD’nin rol üstleneceği ve Türkiye’ye yeşil ışık yakacağı şeklindedir. Bu konuyla ilgili olarak Rojava Kürt yapılanmasının başındaki Mazlum Abdi’nin “Türkiye ile aramızda ara bulucular çalışıyor” beyanı da bu konuya işaret etmektedir. Onlar da; bu konuda Türkiye ile ortaklaşmanın faydalarına ve kendileri için çözüm olacağına dair niyetlerini Salih Müslüm’in bir dönem Türkiye ile olan diyalog ve ilişkilerinde olduğunu görmüş ve göstermişlerdi. O gün bu yakınlaşmayı istemeyenlerin çabaları ile Türkiye ile aralarında sıkıntılar oluştu ya da oluşturuldu. Bu bağlamda geçmişteki Türkiye’nin PKK’ya yönelik başlattığı çözüm sürecini akamete uğratan odaklar ile bu sıkıntıları oluşturan odaklar da aynıdır.
Bu konuda Türkiye’ye karşı ayak direten ve sorun çıkaranın PKK’nın Kandil ve Avrupa yapılanması olduğu görülüyor. Suriye bölgesini de bunlar etkilemeye çalışıyor. Bu alandaki sorun ve sıkıntıların giderilmesi konusunda da Türkiye’nin boş durmadığı, birtakım önlemler konusunda haber merkezlerine ve mecralarına çeşitli bilgiler düşmektedir.
Bu bağlamda;
Türkiye’nin 18 aydan beridir Abdullah Öcalan ile görüştüğü; Abdullah Öcalan’ın bu konuda Türkiye ile uyum içinde çalışacağını deklare ettiği;
Bu konuda Öcalan’ın Kandil’e ve Rojava’ya 2 mektup yazdığı ve mektuplarında
“Kandil ve Rojava’nın Türkiye ile yakınlaşma konusunda adımlarını ortaklaştırmalarını istediği; PKK’nın silah bırakmasının tartışılmasını; Kürtlerin Kardeş ve Eşit Millet şeklinde Anayasa’da yer alacağını; Anadilde Eğitimin şartlarının sağlanacağını” ilettiği,
Kandil’in bu konuda Abdullah Öcalan’a ayak direttiği ve bu amaçla TUSAŞ saldırısını gerçekleştirdiği,
Türkiye’nin bu projenin PKK’nın engel olmasına rağmen gerçekleştirileceğinin kararlılığını göstermesi açısından operasyonlara hız verdiği; PKK’nın gerekirse tasfiye edilerek de olsa bu projeyi gerçekleştireceğini sahadaki pratiğiyle göstermeye çalıştığı,
Kürt kamuoyunun da bu projeye hazırlanması açısından “Bu Cumhuriyet ne kadar Türklerin ise o kadar Kürtlerindir de” söyleminin en üst düzeyden devlet yetkililerince dillendirilerek proje için hedeflenen “İki millet bir devlet” sloganına zemin hazırlandığı;
Yine dış medya kaynaklı bazı haberlerde;
Bu konuyla ilgili 60 maddelik bir protokol hazırlandığı,
Abdullah Öcalan ve bir kısım PKK’lı yöneticilerin Erbil’e yerleştirileceği; Murat Karayılan gibilerin de Norveç’e yerleştirileceği; fakat Öcalan’ın Erbil’e yerleştirilmesi konusunda Kürt milliyetçi çevrelerinin Öcalan’ın orada sorunlar çıkarabileceği konusunda tedirgin ve tereddütlerinin olduğu,
Kısacası bu tarz sahadaki gidişatla uyumlu birtakım bilgiler ilgili haber kaynaklarına ve mecralarına düşmekte ve değerlendirilmektedir.
Bazen hayırdan şer, şerden hayır sudur eder ilkesi gereğince, olumsuz görünen bazı işlerde hayırlı sonuçların vuku bulduğu gerçekliğine tarihte nice kez şahit olunmuştur.
Söz konusu bu süreç ya da proje veya her ne olarak adlandırılacak ise o, ilk etapta geçmişte yaşanan acılar, kan, gözyaşı ve benzeri sıkıntıların yol açtığı hissiyatın etkin olduğu olumsuz görüntü; bu bölgede yıllarca yaşanan bu acıların, kanın, gözyaşının sonlanmasına yönelik çare ve çözüm olacaksa makul karşılanmalıdır. Fırsat verilmelidir. Katkı sunulmalıdır.
Mesele sadece Türk ve Kürtlerle sınırlı olmayıp bu bölgede ve coğrafyada yaşayan bütün halklar ve haklarla ilgilidir. Bölgesel bölünmüşlüklerin giderilip daha büyük birliklere yönelinmesi aynı zamanda bölünmüş Müslümanların da İslami yapıların da evrensel İslami anlamda, Ümmete bir adım daha yakınlaşması demektir. Zaten Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölge, suni sınırlarla ve problemli hususlarla bölünmüştü. Bu proje aslında yeni bir şey değil, geçmişte yapılan yıkımların bölüşümlerin yeniden tadilatı ve tamiratıdır aslında. Bu projede yabancı bazı ellerin görülmesi yanlış değerlendirmeye sebep olmamalıdır. Bazen Allah’u Teâlâ gayri İslami unsurları da İslam’ın ve Müslümanların hizmetine koyabilir. Sabırlı ve sağduyulu bir şekilde değerlendirmek ve ona göre tavır ve tutum takınmak önemlidir.
Samimi insanları ve samimi girişimleri başlangıçta yalnız bırakmak iyi niyetli işlerin başarısızlıkla sonuçlanmasına sebep olursa, insani ve İslami vebali söz konusu olur.