Dünya mustazaflar haftasında gündeme gelen diğer bir halk ise Halepçe halkıdır. Halepçe’deki mazlum Kürt halkı niye katledildi? Bu insanlar neden kimyasal silaha maruz kaldılar. Hiroşima ve Nagazaki’den sonra en büyük katliama maruz kalanlar olarak tarihe geçen bu insanların suçu neydi? Evet, bunlar da mustazaftı ama mustazaflığın ne olduğunu çok iyi anlamışlardı. Zalimden yana tavır takınmama azmini göstermişlerdi. Bu halk, Ebu Halepçe lakaplı Şeyh Osman öncülüğünde İslami bir çalışma başlatmışlardı. Her tarafta İslam tedrisatı yapılıyordu. Medreseler ihya edilmişti. Her ev birer mescit olmuş ve şuurlu Müslümanlar yetişiyordu. İmkânsızlıklar içerisinde azim göstermiş ve muvahhid Müslümanlar yetişmişti. Bu İslami çalışma birilerinin hesabına gelmiyordu ve bu coğrafya üzerinde hesapları olanların tenceresine çomak sokuyorlardı. O dönemde, yani 1979’da Şah Rıza Pehlevi adında bir kuklalarını kaybetmişlerdi. Bu onları çıldırtıyordu. İkinci bir kuklalarını kaybetme tahammülleri yoktu. Kendi kuklaları olan Saddam’ı işin başına getirmiş ve yeniden Şah Rıza Pehlevi’nin saltanatını geri almak için sekiz sene İran’la savaşıyorlardı. O dönemde Halepçe’deki Kürt Müslümanlar, Saddam’dan yana tavır koymamıştı. Ve bu durum emperyalist devletleri harekete geçirmek için yeterliydi. Saddam’ın askeri birliklerine İngiliz, Fransız ve Alman imzalı kimyasallar gidiyordu. Bu mazlum ve mustazaf halkı katletmek için karar verilmişti. Kendi piyonlarını korumak ve bu coğrafyayı iman ehlinden temizlemek için işbirliği içerisindeydiler. Ve “Kimyasal Ali” lakaplı melun, mazlum ve mustazaf Halepçe halkı üzerine bombalar yağdırmıştı. Elma kokulu kimyasal gaz atılınca tüm çocuklar elma almak için dışarıya çıkıyorlardı. Fakat elma hayalleri boğazlarına bir bıçak gibi saplanmış ve ruhlarını cennete taşımıştı…
Bu insanlar zalimden yana tavır takınmadıkları için katlediliyorlardı. Bu insanlar imkânsızlıklar içerisinde imkân üretmiş ve şuurlu bir neslin tohumunu attıkları için katlediliyorlardı. Bu insanların zulme uğramalarının tek nedeni şuurlu mustazaflar olmalarıydı. Kendi değerlerine, inançlarına sahip çıkmış, kıt imkânlarına rağmen irade göstermiş ve bu iradeyle imanlı bir nesil yetiştirmişlerdi. Bu nesil, zamanın zalimine boyun eğmediği için zulme uğruyordu. Üzerlerine kimyasal yağdırmışlardı…
Bu haftada gündeme gelen diğer mustazaf şahsiyetler, Sait Nursi ve Şeyh Sait hazretleridir. İki Sait olarak bilinen ve aynı dönemde yaşayan bu şahsiyetler de imkânsızlıklar içerisinde imkân üretmişlerdir. Bunlardan Sait Nursi hazretlerine baktığımızda müthiş bir azim ve kararlılığı bize yansıtıyor. Bütün olumsuzluklar içerisinde imkân oluşturmaya çalışmıştır. Bazen cezaevi köşelerinde halka ulaşmak üzere çöpçüler vasıtasıyla dışarıya gönderdiği mektuplar göze çarpıyor. Bazen iman esaslarını halka ulaştırmak için savaş cephelerinde bile bu hakikatleri yazmakla uğraşmıştır. Tüm olumsuzluklara rağmen halkın imanına takviye olacak risale çalışmalarını bırakmamıştır. Evet, tüm sıkıntılara rağmen işin vahametinin farkındaydı. İman hakikatlerini yaymak için her şeyi göze almıştı. Hatta ikinci dünya savaşında her taraftan sınıra dayanan ecnebi devletlerin tehlikesine rağmen savaştan bahsetmeyerek iman hakikatlerini anlatmaya devam etmiştir. Bu durum etrafında toplanan talebelerinin dikkatini çekmiş ve “Üstadım farklı bir tehlike var mı ki kapıya dayanan savaştan söz etmiyorsun” diyorlardı. Üstat, “Evet ondan daha tehlikeli bir durum var, imanı kaybetme tehlikesi var” diyerek meselenin önemine dikkat çekmiştir. Bu yönüyle üstat Bediüzzaman hiç ye’se kapılmamıştır. İmkânsızlıklar içerisinde imkân üretmiş ve gerçek bir mustazaf olduğunu ispatlamıştır…
Bu yönüyle üstat Bediüzzaman’ın bu kararlılığı zamanın despotlarını harekete geçirmiş ve tarihte az rastlanan bir durumla 700 defa hakkında soruşturma açılmıştır. Defalarca zehirlenmiş ama mukadderat hayatta kalmasına vesile olmuş. Defalarca cezaevine girmiş, bazen cezaevinde kış ortasında penceresi olmayan soğuk havada ölüme terk edilmiş. Çünkü irade gösteren ve imkân üreten kişiler yok edilmeliydi…
Diğer Sait, Şeyh Sait hazretleridir. Onu da Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte İslam’ın ortadan kaldırılma hamleleri harekete geçirmiş ve kıt imkânlarıyla imkân üretmeye çalışmıştır. Yasak edilen medreselerin yanında Kur’an-ı Kerim’in de yasaklanması onu tamamıyla harekete geçirmiştir. İmkânsızlıkları bahane etmemiştir. Ve tehlikenin farkındaydı. Fakat şuurlu bir lider ve âlimdi. Ona yüklenen sorumluluğun bilincindeydi. Mustazafın ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Ve bu bilinçle yola çıkarken eşi ona seslenerek, “Ey Sait bizi kimlere bırakıyorsun” diyordu. Bu suale karşı eşine dönerek “Ne ben Hz. Hüseyin’den daha değerliyim ne de benim ailem ondan daha değerlidir. Zebaniler sarığımdan tutup beni cehenneme attıklarında kim bana yardım edecek” diyordu. Çünkü mesuliyetin farkındaydı, tehlikenin farkındaydı ve mustazaf olmanın gerekliliğini biliyordu… Neticede mücadelesi karşılık bulmuş, halk onu desteklemiş fakat birçok neden ve sebep bu mücadeleyi neticelendirmemiştir. Tutuklanıp idam sehpasına götürüldüğünde aynı kararlılıkla, “Beni değersiz dallarda asmanıza pervam yoktur, zira benim ölümüm Allah ve İslam içindir” diyordu. Evet, İrade gösteren ve çaresizliği, kıt imkânları bahane etmeyen mustazaflar her zaman küfrün hedefi olmuşlardır. Şeyh Sait de bu misyonu taşıyan en güzel şahsiyetlerden biridir. O da diğer mustazaflar gibi imkânsızlıklar içerisinde imkân üretmeye çalışan örnek şahsiyetlerdendir. (90’lı yıllar ve Yasin Börü’yle devam edecek)