Geçen hafta aynı başlıkla sekülerizmi yazmıştık. Bu yazıya binaen değerli bir dostumun bazı tavsiyeleri oldu. O tavsiyeler çerçevesinde ikincisini köşeme alıyorum:

Sekülerizm/ dünyevileşme, her çağ ve zamanda kalpleri işgal etme potansiyeli taşıyan ve özellikle çağımızda İblis’in kullandığı en büyük, en güçlü silahtır. Başlangıcı ta Hz. Âdem babamızın çocuklarına kadar dayanır. Dünyevi hırsı ve arzusu Kabil’i, masum Habil’i katletmeye kadar götürmüştü.

Sekülerizm/ dünyevileşmenin karşısında dik durmanın ve onunla mücadele etmede başarılı olmanın yegâne yolu; sahici tevhidi omuzlamayı ve tevhidi, söylem düzleminden eylem düzlemine geçirmeyi gerekli kılmaktadır. Çünkü tevhit, varoluşumuzu simgeleyen ve hayatı ikame eden daimi duruluk halidir. Damarlarımızı harekete geçiren, geçirecek olan biricik kuvvettir.

Bilmeliyiz ki tevhit; bakış açısıdır, ufuktur, ötelere açılan kapıdır. Berraktır, sarsılmazdır, hayattır ve meaddır. Tevhidi ıskalayan, dünyayı da ahireti de ıskalamıştır. Zira unutmamalıyız ki tevhit, hayata davettir. Nasıl bir hayata? Her daim yenilenen, dirilişe hazırlanan, hazırlayan bir hayata; akan bir ırmak gibi tertemiz, gür ve coşkun…

Yalanlar ve illüzyonlarla örülmüş bir dünyada yaşıyoruz. Sahtekârlık ve riyakârlık habis bir ur gibi büyüyor şimdi yanı başımızda. İnsanlık öylesine markaya, global dünyaya ram olmuş ki serseri bir mayın tarlası gibi her an infilak etmeye hazır… Çünkü kimse doyamıyor dünyaya. Öyle ki şehre yağmur gibi bombalar düşüyor hiç kimse duymuyor. Çocuklar öldürülüyor kimse görmüyor. Modern evlerimiz, ışıltılı gecelerimiz, uzun yıllar sonrasına uzanan planlarımız…

Adına ne denirse densin, bütün düşünme biçimlerinin lal olduğu bir zaman dilimindeyiz, “modern çağ”,  “global yaşam”,   “dijital çağı” vb, vb. Ama vahşi bir oyun, kuralların caniler tarafından konulduğu ya da tespit edildiği bir dünya… İşin daha vahimi ise Müslüman dünyanın denetim altına alındığı, kirli bir kuşatmaya tabi tutulduğu, aziz İslam mefkûresinin terörizme edildiği bir zor zamandan geçiyoruz.

Varoluşumuzu simgeleyen, yüreklerimizi ta derinden depreştiren umut ve ışık olan ne varsa kopartılıyor bizden, memleketimizden. Herkes sessiz, herkes sahipsiz ve herkes maalesef teslim olmuş dünyanın albenisine, cazibesine. Uçurumun kenarına tutunmuş birkaç dağ lalesi hariç… Mahzun yüreklerine peygamber sevdası sürmüş, Habil’den akıp gelen damarı diriltmiş, şahitlik ve emanet aşkı ile ahiret yolunu aydınlık, dünyayı zindan edinmişlerdir. Onlar ki şahit olmaya gelmişler, sahip olmaya değil !..

Bu bilinç ve şuur mektebinin öncüsü Hz. Ali, Selman-ı Farisi’ye yazdığı bir mektubunda şöyle demiştir: “Dünya yılan gibidir. Cildi yumuşak fakat zehiri öldürücüdür. Hoşuna giden şeylerden vaz geç ki, sana fazla yaklaşmasın! Kat’i olarak bundan ayrılacağını bildiğin için sıkıntılarını arkaya at. Dünyada olanlardan uzaklaş. Dünyanın lehine çalışmaktan sakın. Zira dünyaya meyledip onun varlığına sevinen kimseye mutlak surette bir kötülük gelir.” Vesselam…  “Artık bize düşen bu güzel lütufnameyi hepimize yazılmış gibi kabul ederek bizle mutabık olmayan dünyaya başkaldırmaktır.