İnanç varoluşsal bir gerçekliğin ağırlık merkezi…
İnsanın yaratılmasıyla birlikte (peygamberler hariç) insanlığın epistemolojik olarak cevabını aradığı bir olgu…
Nitekim insanlık tarihiyle başlayan inancın serüveni mutlak bir tapınmayla sonuçlanmış; ancak peygamberler ve onlara yakın insanların dışında insanlık bu anlamda tatminkâr olamamıştır.
Çünkü birileri çıkarlarına hizmet etmediği için mevcut inanç sistemini değiştirmeye çalışmış, öte taraftan birileri de bu değişimi sorgulamaya başlayarak özüne döndürme gayretinde olmuştur ve insanlar yeniden anlama ve yorumlamaya kalkmıştır.
Nitekim İnsan, tarihi boyunca çeşitli totemlere, aya, güneşe, yıldızlara, putlara ve daha birçok şeye tapınarak içindeki Allah inancına bir cevap aramıştır.
Her ne kadar tapınma farklı olsa da değişmeyen bir tek şey vardı.
Tapınmak istedikleri…
Evet, insanların inanç ve tapınma biçimleri farklı olup değişkenlik arz ediyor olsa da, aradıkları ve tapınmak istedikleri Allah’tı(cc)…
Hangi akıl, putu bir ilah olarak görebilir ki?
Hangi akıl, gök cisimlerini mutlak yaratıcı olarak algılar ki?
Bütün bu tapınma biçimleri mutlak yaratıcının somut bir şekilde görüleceğine dair kendilerine dayatılan bir inançtan başka bir şey değildi.
İşte peygamberlerden sonraki dönemlerde kimi insanlar kendilerine Allah diye dayatılan (sahte tanrıların) varlığını kendisine bu inancı dayatan kişilerin eylem ve söylemleri arasındaki tutarsızlıklara bakarak inkâr etmiştir.
Çünkü mutlak yaratıcının hiçbir insanın sömürülmesi, malının gasp edilmesi, haksız yere öldürülmesi vb. durumlarda kullarına emir vermeyeceğini söyleyerek böyle bir tanrıyı inkâr etmişlerdir.
Bunun sonucunda dini tekeline alan, haşa Allah adına konuşma cüretini gösteren, din adına ahkâm kesen kimi otoriteler, bu insanları doğru yoldan sapıp kâfir olduğu gerekçesiyle aforoz etmiştir.
Böylelikle tebaalarının bu insanların sözünü dinlemelerine mani olup saltanatlarının ömrünü uzatmıştır.
Böylesine bir tabloyu ortaçağ karanlık Avrupa’sında görmek mümkün…
Nitekim ‘’ilim felsefe ve Kur’an ışığında iman’’ adlı eserinde Nedim el Cisr şöyle aktarmaktadır:
Talebe: “Ben, Yunan filozoflarının bazı görüşlerini okudum, kâfir oldukları kanaatine vardım.”
Ebu'n-Nur: “Vardığınız kanaat doğrudur, onlar kâfirdirler ama yalnız Yunan tanrılarını inkâr etmişler, hakiki Tanrı'yı (Allah'ı) inkâr etmemişler, onu arıyorlar.’’ Demiş ve aslında inkârın hiçbir dönem mutlak yaratıcıyı inkâr şeklinde tezahür etmediğini net bir şekilde ortaya koymuştur.
Sanırım Descartes’in belki de kilisenin çarpık tanrı görüşlerine karşılık söylediği: “Ben varım. Fakat beni var eden ve yoktan meydana getiren kimdir? Beni kim var etti? Kim yarattı? Çünkü ben, kendi kendimi yaratmadım. Elbette bir yaratıcı vardır. İşte bu yaratıcının varlığı vacibdir. O, öyle bir varlıktır ki, hiç kimseye muhtaç değildir. Yahut varlığını idame ettirecek bir şeye ihtiyacı yoktur. Çünkü varlığı, kendi zatında vacibdir. Böyle “bir” ve “tek” varlığın kemal sıfatlarla muttasıf olması muhakkaktır. Bu “Halik”, “tek varlık”, “Allah'dır.” Sözüyle de Nedim el Cisr’in haklı olduğunu göstermiştir.
Ancak yine de akıl Allah’ı tek başına anlama ve yorumlamada eksik kalacaktı; çünkü bütün bu papanın çarpık tanrı inancını inkâr edenler Allah’ı ararken maalesef farklı inanışlara yönelmiş kimi Panteist, kimi Deist, kimi Agnostik, kimi Ateist vb. inançlara sürüklenmekten kurtulamamışlardır.
Peki, ama neden?
Neden insanlar hakkı ararken yeni bir batılı hak görme gafletine kapılmışlar?
İşte burada bazı kesimlerin aklın önünü kestiği suçlamasıyla suçladıkları İmam Gazali devreye giriyor ve şöyle diyordu: "Akıl iki şeye bağımlıdır: Biri ruha bağımlıdır, biri de nefse bağımlıdır."
Bu sözden anlaşılacağı üzere İmam aklın önünü kesmiyor bilakis aklın vahiyden ayrı kullanılmasının doğru olmayacağını ifade ediyordu.
Yukarıda da görüldüğü gibi vahiy olmaksızın kullanılan akıl nefsin esiri olur ve nefsin etkisiyle kendi süfli arzularını tatmin etmek, her türlü ahlaksızlığı, hırsızlığı vb kötülükleri meşru gösterecek bir Allah inancı geliştirebilir…