Ey insan!

Kemik üzerine giydirilmiş sinir ve etten yapılmış ve adına “beden” denilen evinde yaşayan, hiçbir zaman görünmeyen ve muhtemelen bu dünyada neye benzediğini hiçbir zaman göremeyeceğimiz…

Belki senin neye benzediğini hiçbir zaman göremeyebiliriz; ancak dışında gelişen olaylara bakarak seni tanımaya çalışabiliriz.

Evinin içinde kurguladığın fikir ve ideolojini, dini inancını, mezhebini, sevgini, nefretini, hayallerini, hırsını, açgözlülüğünün sınırlarını ve bu konulardaki samimiyet veya samimiyetsizliğine dair taşıdığın asıl niyetinden asla emin olamayabiliriz; ancak Leibniz’in: "İnsanların dinlerini (fikir ve ideolojilerini, inançlarını, mezheplerini) açığa vurmak için genellikle dış biçimlere başvurduğu görülebilir..." Sözü uyarınca ve bu alanlarda sergilediğin eylem ve söylemlerin arasındaki tutarsızlıklara bakıp tahminde bulunabiliriz.

Ey insan!

Sen değil misin kendini dev aynasında gören, mükemmel ve kusursuz olduğuna inanan. Başarıları kendinden bilen, başarısızlıkları eskiden cadılara; bugünse başka insanlara yükleyen…

Sen değil misin, haddini aşarak yanlış geliştirdiğin ve karşılık bulmayan stratejilerini, dolayısıyla beceriksizliğini “Allah dilemedi, izin vermedi, müsaade etmedi” gibi sözlerle kamufle etmeye çalışan…

Sen değil miydin minareyi çalarken kılıfına uyduran?

Sen değil miydin mazlumların alın terini sömüren?

Sen değil miydin milyonlarca insanı öldüren?

Sen değil miydin yüksek güvenlikli bankaları soyarken içeri nasıl gireceğinden, kasayı nasıl açman gerektiğine, alarm ve güvenlik kameralarını saf dışı bırakıp, yakalanmamak için içeride kaç dakika kalman gerektiğine kadar en ince hesapları yapan ve bu işinde başarılı olan…

Nasıl oluyor da yapmak istediğin bütün kötülükleri başarabiliyorsun da; yapmak istediğin iyi işleri başaramıyor ve bunu da haşa “Allah dilemedi, Allah yardım etmedi” diyebiliyorsun…

Oysa sen de çok iyi biliyorsun ki Allah seni yaratırken dünyada istediğin her şeyi yapabilmen için; el, ayak, göz, kulak, akıl ve duygularla beraber en büyük nimeti olan “inanç” ile seni teçhiz etmiş ve bunları doğru kullanman durumunda sana yardım edeceğini vadetmişti…

Yapmak istediğin kötülükleri bütün benliğinle arzulayıp, bütün uzuvlarınla başarıya odakladın, inandın ve başardın da; yoksa yapmak istediğin iyiliklerde aynı inanç ve arzuyu mu duymadın?

Ey insan!

Şimdi daha iyi anlıyorum neden kötü işlerinde gösterdiğin başarını iyi işlerde gösteremediğini.

Bizim hacmimiz ve kütlemiz belliyken, içimizde sonsuz bir boşluk ve o boşluğun tam ortasında büyük bir taht vardı.

O boşluğu yemekle, malla mülkle doldurmamı bilinçaltıma fısıldadın ve o tahta sen oturdun.

Her yediğimi dışarı atarak sanki bedenim bana o boşluğu böyle dolduramayacağımı anlatmak istiyor gibiydi, onu değil seni dinledim; çünkü sen o boşluğun önemsiz olduğunu ima edip, bana uzayda boyutlar arası geçiş yapabileceğim boşluklar “kara delikler” bulduğun algısı ile hipnoz etmiş, gözümü uzaya dikmiş ve beni kendimden kendi gerçeklerimden gafil bırakmıştın.

Keşke seni dinlemeyip o tahtı asıl sahibine teslim etseydim. Hani o “Ben, kainata, yere göğe sığmadım, fakat müminin kalbine sığdım.” Diyen sahibine… O zaman çoktan “seyr-u süluk” yapmış ve senin asla vakıf olamayacağın sırlara vakıf olmuştum.

Ey insan!

Sen geçmiş bilgilere yeni bilgiler ekleyemeyip bilgi üretemedin; bunun yerine var olan bilgileri biriktirip “arkaik” yönünü besledin ve bugüne gelemedin, hep geçmişte yaşadın.

Oysa seninle eşit şart ve donanımla yaratılan insanları da kendine inandırmıştın. Bilgi ve tecrübede seni geçmemeleri dolayısıyla seni oturduğun yerden alaşağı etmemeleri için onların da “arkaik” yönlerini besleyerek cahil bıraktın; çünkü ‘sen parlamak için karanlığa (cehalete) ihtiyaç duydun.’ Yani sana lazım olan bilgi üretmek değil, beni manipüle etmekti…

Devamı haftaya…