Günlük hayatımızda zihnimizin bir köşesini kendisiyle meşgul eden bir konudur çocuk eğitimi.

Sıklıkla çocuk psikolojisi üzerine araştırmalar yapar, konu hakkında uzman görüşlerine başvururuz.

Yaptığımız araştırmalar neticesinde çocuğumuzu anlamaya ve ideal bir eğitim vermeye çalışırız. Ancak yine de çoğu zaman kuşaklar arası bir çatışmanın ortasında buluruz kendimizi. Bu çatışma öyle bir hal alır ki zorunlu olarak aynı evi paylaşmak ve aynı sofrada yemek yemenin dışında ortak bir noktamız yokmuş gibi bir duruma da bürünebilir.

Oysa uzmanlar çocuk eğitimi ve psikolojisi üzerine onlarca yıl çalışmalar yapmış, ideal bir çocuk ve çocuk eğitim sistemi ortaya koymuşlardır. Peki, uzman görüşlerini önemseyip uygulamaya koyduğumuz halde bu kuşak çatışması neden?

Sanırım bunun için toplumun ve bu toplumun bir parçası olarak bizim, çocuğu nasıl algıladığımıza bakmamız gerekiyor. Çünkü her ne kadar çocuk eğitimi ve psikolojisi üzerine araştırmalar yapıyor olsak da, bu araştırmalar çocuğun kendisi olması için değil, bizim onun ne olmasını istediğimiz ve nasıl biri olmasını arzu ettiğimizle ilişkilidir.

Konu hakkında Sosyoloji bir disiplin olarak ilk çağlardan günümüze kadar toplumların çocuk ve çocukluk algısı üzerinde durmuştur. Ancak kronolojik olarak çocukluk sosyolojisini işleyemeyeceğimize göre sadece birkaç küçük örnek vermekle iktifa edeceğiz.

Örneğin Babillilerde çocuk; politik tutsak ya da borçların karşılığında bir güvence aracı…

Sümerlerde çocuk sayısının fazlalığı öbür dünyada rahata kavuşmanın göstergesi…

Ortaçağın karanlık Avrupa’sında; Augustin öncülüğünde, çocukluğu günahkârlık ekseninde değerlendiren ve yüzlerce yıl etkisini sürdüren bir anlayış…

Aynı dönem Arap yarımadasında ise kabilecilik hâkimdi. Kabileler arasında siyasi ve askeri bir üstünlük sağlama mücadelesi söz konusuydu. Dolayısıyla bu toplumda erkek çocuk, sayısal üstünlüğü ifade ettiği için değerliydi. Bir anlamda geleceğin savaşçısı algısı mevcuttu.

Bu durumu, kelime anlamı olarak üreme, çoğalma, çokluk, çoklukla övünme manalarını taşıyan ‘Tekasür’ suresinin tefsirinde Kurtubi, İbni Abbas’tan rivayetle, Mukâtil ve el-Kelbi dedi ki:

“Bu Kureyş'e bağlı iki kol olan Abd-i Menafoğulları ile Sehmoğulları hakkında inmiştir.

Bunlar İslam geldikten sonra ileri gelenler ve eşraflarının çokluğu ile karşılıklı olarak övündüler ve bunları sayıp dökmeye koyuldular. Her bir kol bizim efendilerimiz daha çoktur, bizim güçlülerimiz daha güçlüdür, bizim sayılarımız daha büyüktür, bizim koruyucularımız daha çoktur, dedi. Ancak Abd-i Menaf oğullarının pay itibariyle daha çok oldukları ortaya çıktı. Daha sonra ölülerini ileri sürerek çokluk yarışına giriştiler. Sehmoğullarının, Abd-i Menafoğularından daha çok oldukları ortaya çıktı. Bunun üzerine; sizin hayatta olanlarınızla "çoklukla övünüş"ünüz "sizi o kadar oyaladı ki sonunda" onlarla yetinmeyerek ölmüşlerle övünüp "kabirleri ziyaret ettiniz" buyrukları indi.”

Kısacası yukarıda yazdığımız ve ismini yazmadığımız diğer uygarlıkların kendi dönem ve şartları içerisinde çocuk ve çocukluğu algılayış biçimleri farklıydı. Kimi çocuğu ve çocukluğu bir felaket, kimi günahkârlıkla niteliyor, kimi ise çokluğuyla övünüyordu. Belki de tek ortak noktaları; çocukların, bir özne olarak değil nesne olarak görülüyor olmasıydı.

Bütün bu örneklerden de anlaşılacağı üzere toplumun çocuk algısı çocuk eğitimi üzerine esas belirleyici etkendir. Çünkü yetişkinler çocuklarının geleceği ve nasıl bir insan olması gerektiğine karar verir. Yaptığı bütün araştırma ve okumaları kendi arzuladığı çocuk profilinin gerçekleşmesi için bir araç olarak kullanır. Oysa çocuğun bunlardan haberi bile olmaz. Neticede çocuk kendi dünyasından çıkarılıp yetişkinlerin dünyasına sıkıştırılmak istenince de kuşaklar arası çatışma da kaçınılmaz olur.

Belki de Bertnard Russel’ın dediği gibi: “En iyi eğitimin nasıl olacağı konusunda kesin bir görüşe varmadan önce, ne tür bir insan yetiştirmek istediğimiz konusunda bir anlayış geliştirmeliyiz.”

Belki de kendi çocuk algımızı gözden geçirmeli ve çocuğun olmak istediği kişi olmasına yardımcı olmalıyız.