Kötülük…

İnsanlık tarihi kadar eski, içinde bulunduğumuz an kadar yeni…

Tek başına iken masum, başka insanlarla bir araya gelince potansiyel azgın…

Teologların kötülüğü metafizik ile açıklama çabalarına hiç girmeden, Svendsen’in: “Kötülüğü bir yüze, bir kimliğe sahip olduğu zaman tanırız” sözü uyarınca; kötülük kavramını ete ve kemiğe büründürerek açıklamaya çalışacağız. Nitekim kötülük insanoğlunun olumsuz düşünce ve davranışlarına verilen isimdir.

Herkesin kendisini iyi olarak gördüğü bir dünyada neden kötülük var?

Neden hala insanlar aç?

Neden hala dünyanın farklı farklı coğrafyalarında kan akmakta?

Tüm bunlara sebebiyet verenlere soracak olsanız, her ne hikmetse açlara ve kanı dökülenlere yaşattıkları onca acıyı onların iyiliği için yaptıklarını söylerler.

Tıpkı İngilizlerin barbar dediği ve uygarlaştırmak için nüfusunun %90’ını katlettiği Aborjin soykırımı gibi…

ABD’nin Irak’ta 2 milyon insanı katlettikten sonra Irak’a demokrasi götürdüğünü ve dolayısıyla Iraklıların iyiliği için hareket ettiğini söylemesi gibi…

Madem herkes yaptığı kötü fiilleri bile iyilik olarak adlandırıyor, o halde iyilik nedir?

Yoksa iyilik kavramı; yapılacak kötü fiillere giydirilen süslü bir kılıftan mı ibaret…

Bu durum, iyilik ve kötülük kavramlarına nasıl anlamlar yüklediğimizle ilgili aslında.

Eğer kötülüğü yukarıda yazdığımız vahşetlerden ibaret sanıyorsak bu durumda meselenin özünü bütünüyle kaçırmış oluruz.

Neden mi?

Çünkü insan kötülük olarak gördüğü eylemler dışında kalan diğer bütün fiillerini, iyi olarak yorumlama yanılgısına düşebilir.

Kendi dininden, inancından, mezhebinden, ırkından olmadığı için insanlara düşman gözüyle bakıp her türlü fenalığı düşünebilir…

Aynı camide aynı yaratıcıya secde ettiği bir insanla cami dışında her türlü sözlü ve fiili kavgaya tutuşabilir…

Onun en mahrem bilgilerini, ayıp ve kusurlarını her türlü platformda dillendirebilir, üstelik bunları kötülük olarak da görmeyebilir. Anton Çehov’un dediği gibi: “Başkalarının işlediği günahları açıklayarak kendisinin aziz olacağı düşüncesine kapılabilir.”

Aynı zamanda kişi bütün mesaisini; insanlara kendi bildiği doğrularını kabul ettirmeye, insanları kontrol etme çabası içine girmeye ve onları kendi ürettiği değerler sistematiğine biat ettirmek üzere harcayabilir.  

Neticede “Kimse düşmanında insan görmez” kaidesince; şahsen tanımadığı, kendisine ve ailesine hiçbir zararı dokunmamış ve üstelik çocuk yaştaki bir insanı yüksekçe bir yerden aşağı atıp, kafasını taşla ezebilir. Bütün bu barbarlıklar yetmezmiş gibi; arabayla bedeninin üzerinden geçip tarihten aşina olduğumuz Moğol ve Viking barbarlarının günümüzdeki temsilcisi konumuna yükselebilir. En kötüsü ise bütün bu vahşetleri kötülük olarak da görmeyebilir.

Daha da ilginci bütün bunları iyi niyetle yaptığını da zannedebilir. İyiniyetli davranışların kendisini kutsallaştırdığını zannedebilir.

Terry Eagleton: “Şeytanla kol kola yürüyüp zehirlenmeden sıvışmak mümkün mü?” diye soruyor ve “Kötülük manevi bir mahrumiyettir” diyerek cümlesini tamamlıyordu.

Atom bombası, Hidrojen bombası gibi her türlü nükleer ve kimyasal silahı yapanların bilim adamı sayıldığı, bu bombaların düğmelerine basıp on binlerce insanın ölmesine sebebiyet verenlerin generallik rütbesine terfi edildiği bir çağdayız. Buna mukabil kimseye zararı dokunmamış insanların akıl hastanelerinde yattığı garip bir dünyada yaşıyoruz.

Akıl, irade ve bilinç; insan olarak kalabilmenin anahtarlarıdır. Akıl bireyi ve toplumu inşa eder, irade ayakta tutar, bilinç sapmaları engeller.

Ancak unutulmasın ki;

‘Bilinçten yoksun her iyi niyet bünyesinde potansiyel bir kötülük barındırır.’