İnsanoğlu…

Misafir olarak gelmişti bu dünyaya aslında.

Ama o misafirliğe geldiği bu dünyayı mesken edinmeye kararlıydı.

Ömrü kısaydı dolayısıyla kısa yoldan kendi yaşam kalitesini yükseltmeli bunun için yine kısa yoldan para kazanmalıydı.

Yapması gereken belliydi. Diğer insanların ellerindekini almalı kendi servetine katmalıydı.

Başlamıştı işe, milyonlarca insanı sömürmüş açlığa mahkûm etmişti.

Ama yine de insanların açlık içinde yaşamaları yufka yüreğini de sızlatmıyor(!) değildi.

Ona göre artan dünya nüfusu yüzünden insanlar gıda bulmakta zorlanıyor ve yeteri kadar beslenemiyordu.

Derhal açlık sorununa çare bulmalıydı. Bulmalıydı ki insanlar onun ne kadar yardımsever olduğunu görsün ve bilsinler. Zira yeraltı zenginliklerini paylaştığı kabile şefleri ile arası iyi iken, kabilede yaşayan insanlarla arası iyi değildi. İnsanlar bütün bu açlığın, yoksulluğun sebebi olarak onu görüyor ve ondan nefret ediyorlardı.

Nihayetinde 1970’li yılların hemen başlarında çalışmalara başlandı. Doğal olmayan, farklı bakterilerden kısım kısım özellikler alınarak, tamamen laboratuvar ortamında yapay bir şekilde üretilen kalıtımlar yetiştirilmek istenen bitkiye aktarılmalıydı.

Bu tohumlar soğuk-sıcak fark etmeksizin her ortamda yetişmeli; istenildiği ölçüde tadı kokusu aroması arttırılıp azaltılabilmeliydi.

Yetiştirilecek bitki daha çok ilaçlanacak olmasına rağmen ilaçlara da dirençli olmalıydı.

Üstelik geç olgunlaşacağı için raf ömrü de uzun olmalıydı ki hemen bozulup zarara sebep olmasın.

En önemlisi ise yaptığı bunca hayırlı işin(!) sürdürülebilirliği için laboratuvar ortamında ürettiği tohumların kısır olması gerekiyordu. Yetişecek bitkiden tohum alınmaması gerekiyordu. Çünkü her sene bu tohumları yeniden üretip satabilmeli böylelikle bu hayırlı iş için gerekli maddi kaynağın sürekliliği sağlanabilmeliydi.

Her şey planlandığı gibi gidiyordu.

Bir takım sesler yükseldi. Bu çalışmaların Ekolojik sisteme ciddi zararları olduğunu, böcek ve bitki popülasyonuna zarar verdiğini, en önemlisi insan sağlığını olumsuz yönde etkilediğine dair itirazda bulunanlar çıktı.

Ancak birkaç yüz milyon insanın aç kalmasına seyirci kalamazlardı. Bunu açlığı bitirmek için yaptıklarını ve yapmaya devam edeceklerini yinelediler.

İlk aşamada mısır, soya, pirinç, patates, domates gibi onlarca bitkinin genetiği değiştirilip onların tanımıyla çoğunluğu Afrika ülkeleri olan 3. dünya devletlerine açlıkla mücadele etmek üzere parayla sattılar.

Unutmadan ifade edelim ki; İnsan sağlığı için endişelenmeye de gerek yoktu. Çünkü insan sağlığını korumak amacıyla istatiksel veri depolayan ve projeler üreten yüksek maaşlı alanında uzman elemanlar şirket bünyesine dahil edilmişti. Bu uzman elemanlar; 3. dünya ülkelerine giderek ellerinde kâğıt kalem istatistik tutacaklardı.

Böylelikle Afrika’ya GDO’lu ürünler girdikten sonra hangi hastalıklarda artışın olduğu gözlemlenebilecek ve aynı zamanda en çok hangi hastalıklara bağlı ölümlerin gerçekleştiği bilinecekti. Etkiler gözlemlenebilecekti.

Bilinecek ve her daim ona göre yeni projeler üretilecekti.

Tam da o dönem ABD Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Henry Kissinger ; “Petrolü kontrol ederseniz ülkeleri yönetirsiniz, gıdayı kontrol ederseniz insanları yönetirsiniz” sözüyle aslında gerçek niyetlerinin ne olduğunu açıkça dile getiriyordu.

Bu vesileyle en temel ihtiyaçlar üzerinden dahi insanlığa tahakküm kurabilmenin metotlarını oluşturmalı ve sürekli bu metotları geliştirmeleri gerekiyordu.

Yeryüzündeki tüm varlıklar ile problemli olan bu kirli zihniyet, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş maddi, manevi tahribatlar gerçekleştirdi ve halen de gerçekleştirmeye devam etmektedir.