İyi günde kötü günde diye başlanır söze…

Karşılıklı sözler verilir, akrabalıklar kurulur.

Herkes mutludur. Törenler, merasimler, düğünler…

Nihayet hayatlar ortak olur; aşa, işe ve duygulara…

Bu mutlu tablonun devam edebilmesi büyük ölçüde damat ve gelinin nasıl bir ailede büyüdükleri ve nasıl bir çocukluk evresi geçirdikleri ile şekillenecek elbet…

Ebeveynler çocuklarına sahip çıkar, eğitimleri ile yakından ilgilenir, onları hayata hazırlamak için ellerinden geleni yaparlar. En önemlisi ebeveynler; yavrularının zihin dünyalarını dizayn ederler.

Yavrularının bir gün yuvadan uçacağının farkında olarak.

Haliyle içten içe endişeli bir ruh haline bürünürler.

Onları endişelendiren, bir fincan kahve için kırk yıl hatır tutulan bir dünyada; yirmi yıldır çocuklarına verdikleri emeğin takdir edilmemesi ve yavrularına duydukları tarifsiz duyguların incitilmesi olasılığıdır.

Çocuklarının mutluluğunu sağlamayı ana hedefleri haline getiren ve bu uğurda her türlü mücadeleyi veren ebeveynler için, çocuklarının psikolojik istikbalini düşünmek de gayet doğal bir durumdur. 

Burada akla gelen bazı sorular var tabi…

Acaba bu fıtri ve doğal düşüncelere sahip anneler veya babalar kendi çocukları için hayal ettikleri mutluluğu, başkasının çocuklarına da layık görüyorlar mı? 

Mesela başkasının çocuğuyken kendisine eş olmuş insan için de aynı duyguları hissedebiliyorlar mı?

Eşinin de anne babasının biricik evladı olduğunu, anne babasının onu her şeyden çok sevdiklerini, onun uğruna mücadele ettiklerini ve onu kendisine eş olarak hazırladıklarının farkındalar mı?

Acaba eşinin ailesinin yirmi yıllık emeğini görüp saygı duyuyorlar mı?

Yoksa bütün bunları görmezden gelip, eşinin ailesinin kendi çocukları için arzuladıkları mutluluğu çok görüp, bildiklerini mi okuyorlar?

Allah (c.c) Nisa suresinin 1. ayeti kerimesinde buyurmaz mı ki; Allah’a saygısızlıktan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” diye…

Şüphesiz ki Allah’ın emirlerini görmezden gelenlerin mutluluğu yakalaması ise uzak bir ihtimal...

Peki mutlu olamayan ve huzuru bulamayan çiftler çocuklarına nasıl bir eğitim verebilirler?

Onları nasıl geleceğe hazırlayabilirler?

Belki birilerinin tavsiyesine uyup çocuklarının televizyon izlemesini kısıtlarlar, belki ona farklı bir eğitim modeli sunarlar. Böylelikle mutluluğu ıskalamış huzursuz ebeveynler olarak çocuklarına iyi bir eğitim verdiklerini düşünebilirler.

Bilinmelidir ki; asıl eğitim ve gelişim modeli; çocuğa hissettirilen ‘aile olabilme’ ruhudur.

Şu unutulmamalıdır ki; ev, doğal bir tiyatro sahnesidir. Sahnede oyunu sergileyen iki oyuncu vardır. Ve çocuklar, bu sahnenin değişmez seyircisidirler.

Onlarca yıl kesintisiz gösterimde kalmakla beraber seyircilerinde büyük etkiler bırakan bir gösteri…

Çocuklar ise anne-babalarının davranışlarını içselleştirir ve onlar gibi olup olmamanın kavgasını sürdürür hayatları boyunca.

Tarih boyunca durum bu şekilde gelişmiştir. Nitekim Carl Gustave Jung’un dediği gibi: “Kesin olan tek şey, zamana bağlı olmaksızın aynı öykülerin dünyanın neresinde olursa olsun sürekli yinelendiğidir.”

Şüphesiz mutlu olmak her insanın hakkıdır.

Ancak kendisinin ve kendisinden olanların mutluluğunu düşünmek, buna mukabil başkalarının mutluluğunu önemsememek ne kadar İslamidir.

Kendisine hayat ortağı, eş olarak münasip gördüğü hayat ortağını; kendi mutluluğunun bir parçası olarak gördüğü yakın çevresini de mutlu ve hoşnut etmeye mecbur hissetmek ne kadar insanidir?

Yaratılan diğer insanların kendisini ve kendisinden olanı mutlu etmek için yaratılmış olduğunu düşünmek; öyle sanıyorum ki ne insani ne de İslamidir.