Evet, maalesef çoğumuzun o soruya verilmiş oturaklı, durulanmış bir cevabı yok. Onun için bu soruyla karşılaşınca doğru cevabı bulana kadar lazım olan zamanı kazanmak için “şey... şey yani... şey...” türünden manevralar yaparız. Bu, kafamızın karışık olduğunun delilidir. Peki, bazen başkasına sorduğumuz bu soruyu bir de kendimize sormaya ne dersiniz. Bakalım cevabımız hazır mı? Soru şu: Hayatımızı ona adadığımız gayemiz nedir?

İnşaAllah duraksayıp bocalamamışsınızdır. Umarım dilinizin söylediğinin arkasında kalbiniz de dağ gibi durmuştur. Eğer söylediğiniz gayeniz o ana kadar ki işlerinizi şahit tutmuşsanız, kalbiniz dilinizi tasdik edecek ve tek bir “evet” de sizi destekleyecektir. Eğer ayıp olmasın diye siz ulvi bir gaye söylemek ister de bütün işleriniz başka bir gayeye tanıklık ediyorsa işte o zaman “şey, şey yani... şey...” dersiniz.

Bu “şey” meselesi, uzun zaman önce şahit olduğum bir olaydan beri aklımdadır. Zira onun, küçüklüğüne karşın insanla ilgili çok büyük şeyler gizlediğini gördüm. Öğrenciler hayatın gayesi ile ilgili bir anket yapıyorlardı. Bana geldiklerinde bu soruyu diğer öğretmen arkadaşlara sorup sormadıklarını sordum. Sormuşlardı ama ilginçtir ki onlar da “şey” demişlerdi. Hem de upuzun bir şey... Zira hepsi de bu soruya yarın cevap vermek istediklerini söylemişlerdi. Altını çizmek gerekir ki çoğumuz gayesiz yaşayıp gidiyoruz. Gemi akıp gidiyor ya gerisi teferruat. Nasıl olsa önümüze er geç iyi ya da kötü bir liman çıkacak düşüncesindeyiz.

Hayat ile ilgili gayemiz böyle flu kalınca, öncekilerimizden şablon halinde aldığımız gayelerle idare etmek durumunda kalıyoruz. Örneğin büyüyünce evleneceğiz, önce kiralık sonra da öz evimizde oturacağız. Araba da aldık mı oh, keyfimize diyecek olmaz. Ya da toplumun genel maddi durumunun üstüne sıyrılmışsak müstakil evimiz, turistlik mekanlarda yazlık ve kışlıklarımız... Elitler arasına tırmandıkça da bu tür gayeler büyüyüp gidecek. Bu paket gayeleri öncekilerimizden hazır aldık, bu minval üzere yaşıyor, yaşam tarzımızın lisan-ı halimizle de sonrakilerimize “siz de böyle yaşayın” deyip hazır aldığımızı hazır devredeceğiz. Yaşam daha yüce değerler için olmalıdır, diye itiraz etsek de vaka maalesef bundan ibarettir.
Şimdi can alıcı soru şudur: Yaşamak bunlara değer mi? Yani yukarıda geçen gayelere hayatı yatırmak ve bunlar için yaşamı harcamak ne kadar doğrudur. Bu ticaretten kârlı mı çıkarız, yoksa zararlı mı? Doğru bir cevap için evvela verdiğimiz ile alacağımızın hakiki değerlerinin ortaya konulması lazım.

Bizim bu ticarete yatırdığımız sermayemiz hayatımızdır. Yani maddi ve manevi teçhizatıyla ben, sen ve o. Şayet işler tam rayında giderse kazanacaklarımız da bahsettiğimiz yatlar ve katlar olacaktır. İşlerin yüzde doksan dokuz hiç de böyle tıkırında yürümediğini bir kenara not edip kâr-zarar hesabımızı, elimizi uzattığımız her şeyin altına dönüştüğü maksimum kâr faraziyesi üzerinden yapalım şimdilik. Evet, kendisine hayatımızı yatırdığımız ve faraza, maksimum kâr elde ettiğimiz bu ticarette kazançlı mıyız acaba? Saydığımız o dünya metaları hayatımızın karşılığı olabilir mi?

Bir an için yat kat hayalleri kimilerini renkli hayallerle sersemletip ona “neden değmesin”i söyletebilir. Ama bu hülyalı dâhi, ölümle karşılaştığında ondan kurtulmak için hayalleri ile sersem olduğu her şeyin kaç mislini vermez ki? Bütün bunlara sahip bir yatalak ihtiyar, gençliğini geri almak için gençliğinde kazandığı her şeyi geri vermez mi? Ya da siz bütün bir servetini alma karşılığında gençliğinizi bu adamın ihtiyarlığıyla değiştirir misiniz? Niye değiştirmiyorsunuz ki! Siz bunlara ermek umuduyla hayatınızı ortaya koymamış mıydınız? Eğer bu değiş tokuşa yanaşmayıp hatta ürpererek iki adım geriliyorsanız, şu hakikati söyleyebiliriz artık: Değil bir kaç yat kat, dünyanın gelmiş geçmiş ve bundan sonra gelecek bütün serveti bile hayatımızın karşılığı olamaz.

Şimdi şöyle bir yanılsama söz konusudur. Kişi, ben bütün bunları kazanırken hayatım yine benimdir, hayatımı vermiyorum ki diyebilir. Aslında zararlı bir alış-veriş olduğu bu kadar açıkken insanı bu maceraya gözü kara atan da bu yanılsamadır. Yani hem kazanıyorum hem de hayatımı vermiyorum, hayatım bende kalıyor yanılsaması. Bu lamı cimi olmayan kendini açık bir kandırmadır. Hayır, sen bir şeyler kazanırken hayatını, daha açık bir ifadeyle kendini veriyorsun. Yirmi yıl içinde kazandıklarına karşılık kendinden ne kadar verdiğini görmek istiyorsan, yirmi yıl önceki bir fotoğrafına bir bak. Bilmem başka söze hacet var mı?

Hâsılı, evvela hayatımız için bir gaye seçip artık “şey...” demekten kurtulalım. Eğer hayatımız için hemen şimdi bir gaye belirlemezsek emin olunuz ki hesap gününde “şey... şey yani... şey…” deyip duracağız. Sonra, gaye olacak o şeyin dünya metası olamayacağını gördük. Peki bir tarafına hayatımızı koyduğumuz terazinin diğer kefesine ne koyalım ki hayatımıza denk gelsin, belki ondan daha ağır bassın. Ta ki elimizden yitip giden en büyük ve en şirin sermayemiz olan hayatımız için üzülmeyelim, diyorsanız sohbetimize elmastan bir nokta koyalım: “De ki size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Müttakiler için Rableri katında altlarından nehirler akan, içinde ebedi olarak kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’tan bir Rıdvan vardır.” (Al-i İmran: 15)

Sait BURAK
İzmit Kandıra Cezaevi 
/ doğruhaber