İşte Abdullah Güneş`in makalesi

Darbeseverlerin SİSİ`yle Valsı!

SİSİ, ekibiyle beraber kapıda beklerken uzaklardan bir kervanın geldiğini görür. Fakat bu kervan öyle çöl tacirleri gibi develere binerek değil, kafiledeki her biri bir eşeğe binerek gelmiş. Kafile başının bindiği eşek, Şam diyarında yaygın olan boz eşek cinsinden. Giyimlerinden Araplara benzemiyorlar, Türk ise hiç olmazlar, olamazlar. Çünkü Türkler, Kürtler, Lazlar ve bilumum Anadolu, Mursi yandaşı olarak bilinmektedir. Mısır’ı bir Türk kafilesi ziyaret etmiş olamaz. Çünkü her ziyaretin darbeyi meşrulaştırma adımı sayılacağı bilinmektedir. Nasıl ki kendisi bunun farkındaysa, Türklerin de pekâlâ bunun farkında olacağını düşündü. Üstelik istikameti belli olmayan NoBELLİ Baradey’in onu yalnız bıraktığı bir dönemde… Yaveri “Allah Allah!” deyince SİSİ hışımla başını kaldırdı. Yaver “Amon Amon!” diyerek şaşkınlıkla ifadesini değiştirdi.

Kafile oldukça yaklaşınca nöbetçiler: “Durun!” dedi.

Kafile başı Lavoğlu: “Yoldaş! Ehi!... Ayağımızın tozuyla geldik, sizin dostunuzuz! Türküz, Türkiyeliyiz.”

Türk, Türkiyeli sözünü duyan SİSİ’nin kan beynine sıçradı. Dünyada yaptığı darbeye karşı çıkan, meşru olmadığını dünyaya duyuran, insan hakları mahkemesini göreve çağıran, şehir şehir, belde belde “Kahrolsun SİSİ, seninleyiz MURSİ!” diyen insanlar, hangi cesaretle böyle yanıma gelirler diye düşündü ve höykürdü:

“Bu ne cüret! Bu ne cürrreet!” Kafile başı Lavoğlu söze başladı:

“Haşmetmeab Efendim! Siz bizi yanlış anladınız ve biz bu yanlışı düzeltmek için buradayız. Anadolu AKP ve iktidardan ibaret değildir, sizin de Anadolu’da dostlarınız bulunmakta.”

SİSİ’nin bakışlarının yumuşamadığını gören kafile başı, kafiledekilerin kimliklerini toplayıp görevlilere teslim etti ve bunların GBT’sini müttefikimiz MOSSAD araştırsın, dedi. 

Görevli kimlikleri MOSSAD’a ulaştıradursun, SİSİ konuşmaya başladı. 

“Siz Anadolu insanı Mursi ve İhvan yandaşı olduğunuzu dünyaya ilan ettiniz, şimdi burada ne işiniz var?!” 

Lavoğlu alnındaki teri silmeye çalışırken “İşte bütün sorun bu!” diye söze girdi Hasstürk.

“Demin arkadaşımızın dediği gibi Anadolu’nun iktidardan, yani AKP ve Tayyip’ten ibaret olmadığını göstermek için bir aydır Ortadoğu’yu dolaşıyoruz. Yalan söylüyorsak Nutuk çarpsın. Biz önce Türkiye’ye karşı sert çıkışlarıyla bilinen ve PKK’ye açıkça destek verdiğini söyleyen Maliki ile görüşmesi için parti başkanımızı Irak’a gönderdik. Parti başkanımızın bir hafta planladığı Irak gezisi, üçüncü gününde Bağdat’taki patlamadan dolayı yarıda kesildi ve parti başkanımız o gün bugündür her gece uykusundan SIÇrayarak uyanıyor. Bir ekibimiz Esed’le görüşmeye gitti. Baba Esed’le hem mezhepsel hem de yönetim anlayışında müşterekiz. Ancak aramızda nüanslar var. Baba Esed asla seçime gitmedi, oğul Esed de aynı yolu izledi. Biz ise Cumhuriyet’i kurduğumuzdan beri seçime gittik, ancak 23 yıl boyunca tek partiyle seçime gittik. Bize oy vermemeleri ihtimaline karşılık seçimi açık, sayımı gizli yaptık. Anlayacağınız Anadolu halkını demokrasi masalıyla oyalıyorduk. 

SİSİ birden şaşırır: “Nasıl yani? Seçim açıksa zaten oylar sizin değil mi?

Hasstürk:“Yanılıyorsunuz efendim! Gizli sayımda gözden kaçan oyları değiştiriyorduk. Malumunuz bütün sandıkları kontrol etmek o kadar kolay olmaz, arada boş oy kullanan vatandaşlar da oluyor. Eski dönemde katılımın neden daha yüksek olduğunu hiç düşünmediniz mi? Oy kullanmayanın oyunu da kullanmış oluyordu büyüklerimiz.” Hasstürk, SİSİ’nin can kulağıyla kendisini dinlediğini görünce geliş nedenini bir çırpıda söyledi: 

“Efendim, Ortadoğu’nun darbelerden habersiz olduğu bir dönemde ülkemizde üç kanlı darbe, Batı’ya entegre olunca bir postmodern darbe yapmış, yakın zamanda da hükümete “e muhtıra” vermiş bir gelenekten geliyoruz. Dolayısıyla Ortadoğu’ya darbe ihraç edecek bir birikimimiz var. Nerede tank varsa bizim için orda şenlik var demektir. Maliki’den sonra destekçiniz Esed’e gittik. Buradan da Mahmut Abbas yoldaşımızı ziyaret etmeyi düşünüyoruz.” 

SİSİ: “Mademki darbe ihraç edecek birikiminiz var, neden bunu ülkenizde yapmıyorsunuz?” 

Hasstürk: “İşte biz bunun için buradayız. Neden demokrasi için İsveç’le, yoldaşımız olduğu halde Küba’yla değil de Maliki, Esed, Abbas ve sizinle görüşüyoruz? Biz sizlere bir şeyler verirken, zaman ve zemine göre değişen bazı teknik bilgileri de sizden alacağız. Mesela Maliki’den mezhepsel çatışma nasıl sağlanır bilgisini aldık ki şu anda Hatay’da, Ankara’da, İstanbul’un bazı semtlerinde mezhepsel çatışmayı körükleyecek eylemlere gençlik kollarımız başladı. Bu eylemlerde bazı milletvekillerimize bilfiil katılım için görevler verdik. Kaos ve kargaşada bizimle müşterek çalışan PDB’den A. TIĞLIK ve C.C.ÖNDER de bizim partililer gibi aktif bir biçimde olayların içinde. Esed’den Hatay’ı karıştırması için destek istedik. Reyhanlı saldırısı ve ardından Hatay sürekli ayakta. Sizden de bir ricamız var. Darbe ile ilgili bize bir büyü yapılmış ve Amon tapınağı büyücülerinin meşhur olduğu biliniyor. Bu büyüyü bozacak desteği verirseniz, darbe geleneğimizi yeniden yaşatabileceğiz. Zira on yılda bir yapmayı gelenek haline getirdiğimiz darbe silsilemizin son basamağının üzerinden üç yılı geçtiği halde amacımıza ulaşamadık.” 

“Peki, büyünüzü bozduk ve size faydamız oldu diyelim; sizin bize ne faydanız olacak?”

İyice rahatlayan Lavoğlu, derin bir nefes aldı ve:

“Önce alfabenizi değiştirin. Böylece Kuran’ı anlamayan, dolayısıyla Kuran’la bağı kopmuş bir toplum oluşturursunuz. Sonra kılık kıyafet zorunluluğunu getirin. Direnen olursa acımayın, kararlı olun. Biz şapka takmayan din adamlarını darağaçlarında salladık. Ağaç sevdamız da işte o zaman başladı. Bir ağaca baktık mı bu ağaçtan nasıl bir darağacı olur, onu düşünürüz. Biz elli yıl Kürtlerin Kürtçe konuşmalarını yasakladık, camileri ahıra çevirdik.

“Ya direnirlerse,” diye araya girdi SİSİ. “İhvan’ın sabrını dünya gördü. Onca saldırılarımıza rağmen silaha sarılmalarını sağlayamadık. Kayıtlı üç yüz bin Baltacı’yı üzerlerine saldım, liderlerinin çocuklarını sniperlarla indirdik, yine sadece Kuran okudular. Bu durumda ne yapmalıyız, tıkandığımız nokta bu?”

Lavoğlu gülümseyerek: “Bizim 28 Şubat’ta çok işimizi gören SİSİ’mizi buraya gönderelim. Onda her numara var. Nikâhınızı da Amon tapınağında kıydınız mı iki SİSİ, Firavun neslini yeniden inşa eder. Söze devamla: “Topluca katledin, üç bin yetmezse otuz bin, üç yüz bin… Kurtuluş Savaşı boyunca toplam on üç bin vatandaşımız öldü. Savaştan on beş yıl sonra bize karşı ayaklanan Dersimlileri çoluk çocuk demeden öldürdük. Dağlarda mağaralara sığınanlara yakın mesafede bomba attığından dolayı Sabiha GÖKÇEN kızımızı ödüllendirdik, adına havaalanları, okullar yaptırdık. Anlayacağın Kurtuluş Savaşı’nda kaybettiğimiz insanımızın üç katı vatandaşımızı Dersim’de imha etmekten imtina etmedik.”

SİSİ: “Ya tepkileri, çocukları, çocuklarının çocukları?...”

Lavoğlu: “Stocholm sendromunun psikolojide bir teoriden ibaret olduğu bir dönemde biz uygulamasını yapıp bilim dünyasına katkıda bulunduk. Avrupa’da ders kitaplarında örneklem olarak biz anlatılıyoruz. Katlettiklerimizin çocukları şu anda bize hayran, bize âşık… Celladına âşık bir toplum oluşturursanız yaşam boyu size başkaldıracak bir toplum olmaz. Tek hatamız biz bir ille sınırlı kaldık. Her bölgeden bir ili pilot bölge seçmiş olsaydık şu anda burada olmazdık.

SİSİ: “Tamam, Amon tapınağı kâhinlerine üzerinizdeki büyüyü kaldırmaları için emredeceğim, ancak sizden de bir isteğim var; her yerde, yaptığım darbenin arkasında halkın olduğunu söyleyin, böylelikle bana meşruiyet kazandırmış olursunuz.

Kafile hep birlikte: “Hay hay efendim! Zaten arkanızdaki halk desteğini görmemek için kör olmak gerekir. Camileri kuşatan çapulcular, pardon onlar bizimkilerdi, Baltacılar halk değil mi?

 Abdullah Güneş /yildizedebiyat.com