Sıcak bir yaz günüydü. Bahçelievler Kavşağı’nda her zamanki yerinde duruyordu. Buraya her gelişinde aynı acıyı hissederdi. Ümit ve sabrı azaldıkça midesinde başlayan yangın da cabasıydı. Bir gün iş bulsa, iki gün eli boş dönerdi. Ramazanda çalışmak zor olduğu için gelen amele sayısı azalır ve iş bulmak daha da kolay olurdu. Ameleler sabahın ilk ışığıyla bu kavşağa gelir, saat ona kadar beklerlerdi. Ondan sonra pek iş olmadığından kimse buralarda kalmazdı. Burası şehirde iş kollayan amelelerin durduğu iki noktanın en meşhur olanıydı. Çevre yolunun üstünde, kentleşmenin yön değiştirip batıya kaydığı, genelde zenginlere ait muhite yakın, bulvarların söğüt ağaçlarıyla süslendiği güzel bir yerdi. Öğlenden sonraları evinden kaçan ihtiyarların ağaç gölgelerine kaçtığı bir sığınaktı aynı zamanda…

Saat henüz yediydi ve etrafta yirmiden az amele vardı. Hepsi yanında küçük bir çıkın ya da küçük bir çanta taşırdı. Yükleri ise üstlerinde biraz daha eski ve nispeten kirli olan iş elbiseleri ve azıcık bir nevaleden oluşuyordu. Bunları kullanmadan eve dönmek, iş yapmaktan çok daha zordu. Oruçlu olduğu için yanında erzak yoktu ve bu yüzden eve boş dönmek normal günlerden daha az sıkıntılıydı. Çıkınıyla uğraşırken tam karşısında duran çift kabinli pikabı görünce ayağa fırladı. En önce gitmişti ama bir anda herkes gelmiş ve pikabın şoför mahallini kuşatmışlardı. Etine dolgun, takım elbiseli ve “ben müteahhidim” diye bağıran çehresiyle elli yaşlarında biri, mağrur bir edayla dışarı çıkmıştı. Olayın keyfini çıkara çıkara dört adam seçti. Kendisi en önde durmasına rağmen elenmişti. İtiraz eden bakışlarından etkilenmiş olacak ki “Sen bu güçsüz halinle işime yaramazsın” diye söylendi. Saatine baktı, telaşlandı. Kol düğmeli beyaz gömleğini düzeltip hızla arabasına bindi. Yeni olan aracına sert bir kalkış yaptırarak bütün gururunu kesif bir mazot ve siyah bir duman kokusu şeklinde kusarak çekip gitti.

Umutla beklemek zorundaydı. Bayrama az kalmıştı ve henüz çocuklarına bayramlık hiçbir şey almamıştı. Bayram gelmeden birkaç iş kapması gerekiyordu. Yavaş yavaş yakmaya başlayan güneşten sakınmak için az ötedeki söğüdün gölgesinde oturdu. Adamın sözleri ağrına gitmişti. Yıllardır bu işi yapıyordu. Zayıftı, ama bir boğa kadar güçlüydü. Geçen sene üstüne devrilen mermer kütlelerinden sonra kırılan bacak kemiklerine platin yerleştiren doktorun söyledikleri aklına geldi. Doktor, ameliyat esnasında kemikte delik açmak için kullandığı elmas uçlarından üç tanesini kırınca, hayatında bu kadar sert kemik görmediğini ve hatıra olarak operasyonda kırdığı bu elmasları saklayacağını söylemişti. Kemikleri üç ay içinde düzelmiş ve eski gücüne kavuşmuştu. “Eğer bunları bilseydi söylediklerinden utanırdı” diye söylendi. Utanır mıydı gerçekten? Sanmıyordu. Muhtemelen “vay bee!” der yine başka birini seçerdi. Kibri ona geri adım attırmazdı.

Saat on bir olmuştu. Çaresiz eve dönecekti. Eve dönerken pazardan geçmeye karar verdi. En azından alması gereken şeylerin fiyatına bakmak istiyordu. Pazarı kontrol edip en ucuz mekânları tespit edecekti. Alması gereken şeyleri düşündü, sırf işin elbise kısmı bile ne kadar çoktu. Kolay mıydı üç çocuğu giydirmek? Birinden bir şeyi eksik koysa, üzülecek ve bu duruma katlanamayacaktı. O yüzden hepsini baştan aşağı giydirmeliydi. Nereden baksan en az iki/üç yüz lira gerekiyordu.

Çarşıya giderken daha uzun olmasına rağmen Bahçelievler Mahallesi’nden geçmeyi tercih etmişti. Güneş kızgındı. Ve kaldırımları sıra halinde ağaçlarla süslenen zenginlere has bu semtin geniş kaldırımlı yolunu, gölgeli diye tercih etmişti. Kendi bulunduğu mahallede hummalı bayram hazırlıkları olmasına rağmen, buralarda bundan eser yoktu.

“Zaten her gün bayram(!) yaşıyorlar, Ramazan Bayramı onların neyine!”

Sokakları temizleyen temizlikçiyi gördü. Oysa onlar kendi sokaklarını kendileri süpürürdü. Çöpçüler sadece çöp kamyonuyla köşe başlarında kümelenen çöpleri almak için uğrardı. Onun dışında her zaman sokak kirliydi. Bayramdan bayrama herkes evin önünü temizler ve sokak pırıl pırıl olurdu. Oysa buralarda büyük bir zevkle seyrettiği ve ayaklarıyla savurduğu ağaç yaprakları bile özenle toplanıyordu. Bir öbek yaprağa ayağı ile tekme savurdu. Ayağı sert bir cisme çarpmıştı. Yaprakların arasında sarı büyük bir el çantası vardı. Hayretle eğildi ve eline aldı. Fermuarını açtı. Gözlerine inanamadı. Bir tomar dolar vardı. Etrafına bakındı. Uzakta işiyle meşgul olan temizlikçiden başka kimse yoktu. Çantayı iyice kontrol etti. Bir kimlik, banka kartı ve bir deste kartvizit buldu. Evet, sahibinin adresi elindeydi. Dolarlara baktı, sonra saymaya karar verdi. On bin dolardı. Bu parayı şimdiye dek bir arada görmemişti. Şaşkındı ve midesinin yandığını hissetti. Tereddüt edecek hali yoktu. Hayatı boyunca harama dokunmamıştı. Gözlerini kamaştırmıştı paralar, ne kadar da sıcak görünüyorlardı. İrkildi ve elindeki kartvizit demetine baktı; “Yılmazlar Nakliyat ve İnşaat A.Ş” yazıyordu.

Adresteki yazıhaneyi bulması zor olmamıştı. Ama firmanın sahibi dışarı çıkmış ve dönmemişti. Rica minnetle adamın ev adresini sekreterinden almayı başardı. Şimdi en az üç kilometre uzağa düşen o adrese yürümek zorundaydı. Dolmuşa para verecek durumda değildi. Bir an önce bu taşıması zor yükten kurtulması gerekiyordu.

Kestane Şekeri Sokağı tabelasını karşısında görünce paraları bulduğundan daha çok sevinmişti. Şimdi 28. numarayı bulsa işi tamamdı. Çıkının içine koyduğu çanta koltuğunun altındaydı. Adeta kor gibi sıcaktı ve onu tere boğmuştu. Ne büyük bir musibetti. Bu kadar parası olsa ne yapardı acaba? İhtiyaç listesini düşündü. Bir iki tanesiyle en iyisinden bayram masrafları çıkardı. Birkaç tanesini kullansa birkaç ay sonra başlayacak sonbahar sezonunun okul masraflarını ve kışlık harcamalarını da bitirirdi. Fakir ailesini ve hasta kardeşini düşündü. Çalışmıyor ve elbirliğiyle onu ayakta tutuyorlardı. Birkaç tanesi ile bütün bunları halledebilirdi. Geriye ne kaldı? Bir sürü para… İnsanlar bu kadar parayla ne yapıyordu? Harcayacak yer nasıl bulabiliyorlardı? Hani biraz daha etli yemekler, daha pahalı elbiseler, daha iyi eşyalar ve daha lüks bir ev… Ya sonrası, sonrasında neye harcıyorlar?

“Aman be, sana ne? Boşuna ‘zenginin parası, züğürdün çenesi’ dememişler” diye söylenirken siren sesiyle irkildi. Koca çınar ağacının kenarında duran ambulansa bir hastanın yerleştirildiğini ve bir iki kişi bindikten sonra siren çala çala uzaklaştığını gördü. O çınar ağacına ulaştığında yanında duran kapıda “28” rakamı yazıyordu. Ambulansa tekrar baktı. Tam köşeden dönerken yan tarafında yazılan “Hayat Hastanesi” amblemini gördü. Bir umut dış kapı zilini çaldı. Zilin üzerinde duran kamerayı görünce üstünü başını düzeltme ihtiyacı hissetti. Neredeyse içerde kimsenin olmadığından eminse de gayr-i ihtiyari bunu yapmıştı. Koltuğunun altındaki çıkını gittikçe ağırlaşıyordu. Ambulansı düşündü, hastaneyi biliyordu. Birazcık yolunu değişse, pazara uğramadan hastaneye gidebilirdi. Onun yakınındaki Merkez Camii aklına geldi. Ne zamandır orada namaz kılmamıştı. Orada namaz kılmayı çok severdi. Genişçe bahçesi, koca koca ağaçlar ve orada saatlerce suya dokunabileceği bir şadırvan. Caminin altında duran kitapçılarda ya Kur’an sesi ya da ilahi nağmeler, atmosferin büyüsünü tamamlardı. Kucağında taşıdığı yükü bir an unuttu ve gülümseyerek yola düştü.

Gelip geçen hiç kimse sorgulanmazken, kendisini durduran güvenlikçiye içerlenmişti. Yirmi dakika önce ambulansla gelen hastaya bakmaya geldiğini söyleyince yoğun bakımın yerini tarif ederek işine dönmüştü. Tertemiz koridorlar ve son derece konforlu bir ortamı vardı hastanenin. Hasta olup burada yatmak nasıl olurdu, diye düşündü. Caminin şadırvanı daha cazip geldi. Aradığı kapıya gelince bir hemşire tarafından durduruldu. İçerdeki hastanın kim olduğunu da bilmiyordu. “En son gelen hasta…” dedi. Hemşire camdan içeriye endişeli ve yaşlı gözlerle bakan bayanı işaret etti. Ve doktor seslenince de hızla oradan geçen doktorun ardına düştü.

Kadın orta yaşlıydı, başında modelli bir eşarp vardı. Yanında oğlu olduğunu tahmin ettiği genç bir çocuk vardı. Gayr-i ihtiyari onlara yöneldi. Daha önce çantadan çıkardığı kartvizit elindeydi. Usulce kadına yaklaştı ve kart sahibini tanıyıp tanımadığını sordu. Kadın gözyaşlarını silerken genç çocuk babası ile ne işi olduğunu sordu. Kendisini görmek istediğini söylerken kadının içerde yatan hastadan gözünü ayırmadığını fark edince aradığı kişinin yoğun bakımda ölüm kalım mücadelesi verdiğini anlamıştı. Çıkınını açtı, içindeki el çantasını çıkardı ve nasıl bulduğunu, ofislerinden ev adreslerini aldığını ve eve vardığında kapıdaki ambulanstan kendilerine nasıl ulaştığını mahcup bir dille anlattı. Genç çocuk çantayı alırken biraz önce kendisine öfke ve küçümseme ile bakan bakışları değişmişti. Babasının bu parayı bu gün ödemesi gereken bir çeki için borç aldığını ve kaybedince de üzüntüsünden nasıl kalp krizi geçirdiğini anlattı. Her iki taraf da şaşkındı. Bu elim olaya sebep olan para bulunmuştu. Lakin Azrail yakalarından düşecek miydi? Belli değildi. Elindeki çantayı babasına göstermek ister gibi cama yapıştırdı genç çocuk. “Ne olur baba uyan!” derken gözlerinden iki damla yaş düşmüştü.

Onlarla vedalaşırken, çocuk cebinden bir miktar para çıkarıp kendisine vermek istedi. Ama alamazdı. Şimdiye kadar çalışmadan kimseden para almamıştı. Hele bu tablo karşısında hiç alamazdı. Annesi de devreye girip ısrar edince “Sizi kırmak istemem ama sizin bu paraya benden daha çok ihtiyacınız var sanırım” demişti. Şaşkın gözlerle kendine bakan kadına sadece “Ben henüz para için kriz geçirecek kadar muhtaç duruma düşmedim bacı” diyebildi.

Tam ayrılıyordu ki hastabakıcılardan biri elinde bir poşetle geldi. “Hastamızın eşyaları, şimdilik burada olduğu sürece ihtiyacı yok. Sizde kalsa daha iyi olur” deyip ayrıldı. Poşet kabaydı ve elbiseler sığmamıştı. Beyaz gömleğin kolu dışarı sarkmıştı. Kol düğmesi hastane ışıkları altında parlıyordu. Elindeki kartviziti ilk gördüğünde “Bana neden yabancı gelmiyor?” diye çok düşünmüştü. Şimdi net hatırladı. Sabah kendisine “İşime yaramazsın” diyen ve küçümseyen adamın arkasından bakarken pikabında “Yılmaz İnşaat A.Ş” yazıyordu.

Camın ardından görülebilen hastalara taraf yöneldi, iyice tanımaya çalıştı. Hasta yüzündeki oksijen maskesinden dolayı net seçilemiyordu. Üstünde kefen giymeden evvel hastane tarafından giydirilen yeşil tonunda bir elbise vardı. Kolu boştu. Kol düğmeleri ise dışarda eşinin elindeki poşetten dışarı fışkırmıştı. Daha fazla duramadı ve hastaneden kendini dışarı attı.

Bunca koşuşturmaca onu susatmıştı. Koltuğunun altındaki çıkını hafifti. Terletmiyordu artık. Merkez Camisi aklına geldi. Gülümsedi ve şadırvanın buz gibi suyunu hayal ederek hızlı adımlarla oraya yöneldi. Geriye döndü ve Müteahhit Zeki Bey’i düşündü. Eğer kalbi dayanamazsa muhtemelen oda aynı şadırvanın gölgesine gelecekti. Sonra kitapçılarda sıkça duyduğu bir ilahi nağmeyi mırıldayarak camiye yöneldi.

Ayşegül Yıldız / Nisanur Dergisi - Ağustos 2013